Halis, ayakkabılarını alıp kapıya yöneldiğinde müezzin kıraati bitirmek üzereydi. Dışarıda kıştan kalma bir hava ve ortalık alaca karanlık; lakin yine de avlu hareketli. Güvercinler sabahın ilk misafirleri. Simit satan çocuklar, bağış toplayan gönüllüler… Sesler birbirine karışıyor.
Kapıdan çıkanların yüzleri, müezzinin güzel sesinin dinginliğinde. Kiminin dudakları hala kıpırtılı. Montların yakası kalkık, dudaklar buhardanlık…
Neyse ki kalabalıkta birbirlerini bulmaları fazla sürmedi. Önce Süleyman, sonra Hasan… Serdar’da gelince ekip tamam oldu. Hepsi bir olup, Süleyman’ın peşine takıldılar. Ne de olsa rehber o. Kaç zamandır buraya davet edip duran da…
“Kısmet bu güneymiş” dedi Eyüp Mezarlığı’na doğru adımlamaya başlarken. Diğerleri de bir gölge gibi takip ettiler kendisini.
Henüz gün ağarmadığından, uzayıp giden arnavut kaldırımı sabah mahmurluğunda. Sık ağaçlar ise sessizliğin gölgesi gibi. Süleyman, daha girişte başladı anlatmaya: “Her mezar, her ağaç bir hikâye burada…” Adımlar, onun anlatım hızına göre kısalıp, uzuyor!
Bir ara ortalık iyice sessizleşti. Hafiften esen rüzgârın ağaçlardaki kıpırtısından başkası duyulmaz oldu. Koridor gibi uzayıp giden yolda; her karartı küldeki ateş gibi korkularını yeniden canlandırıyordu.
Az daha ilerleyince uzaktan uğultulu sesler gelmeye başladı. Önce Halis fark etti sesi, sonra Hasan. Süleyman Hoca, kendi sesinden olacak uğultuyu duymadı bile. Anlatmaya devam etti; lakin Halis duyduklarından dolayı iyice pimpiriklendi. Şüphe, içini bir yaprak kurdu gibi kemirmeye durdu. Diğerleri ilerlerken onun bir gözü arkada. Ne de olsa yalnızlık şüphelerin anası…
Arkadaşlarıyla arasının açıldığını fark edince telaşı arttı. Gözleri irileşti, yüz hatları gerildi. Adımlarını büyütüp, hızlandı. Bulundukları tepenin arka kısmını işaret ederek: “Şu tarafta konuşmalar var sanki!” demeye kalmadan; Süleyman, her zamanki serinkanlılığıyla: “Bir şey olmaz!” diye kestirip attı. “Buralar emindir. Korkacaksanız, dirilerden korkun!” diye tamamladı sözünü.
Kimse cevap vermeyince yürüyüş devam etti. Güneşin bulutların arasından sıyrılmasını beklerken, bu defa yoğun bir sis çökmeye başladı. Süleyman, hala anlatıyordu. Önünde durduğu mezar taşına bakarak: “Buraları gezerken en azından taşların dilini bilmeli insan,” dedi bir mezar taşına yaklaşarak: “Mesela bu bir Enderunlu.”
“Nasıl anladın?”
“Başındaki külahtan. Zerin külahı! Bunu ancak Enderunlular takar. Yanlardaki zülfe benzeyen işlemeler de bir nevi rütbesi.”
Başka bir taşa işaret ederek: “Bu da bir Mevlevi’nin kabri. Hemen yanındaki işlemeli olan da hanımı.”
Anlatılanlar ilgilerini çekince az önceki uğultuyu unutuverdiler. Süleyman, konusunu yutmuş bitirmiş doktora öğrencisi gibi, anlattıkça anlatıyordu. Hamidilerden kallavi kavuktan giriyor; Kadiri, Mahmudi, Bektaşi, sümbülî başlıklardan çıkıyordu. Taşlara bakıp, orada yatanın adeta künyesini okuyuveriyordu…
Sis kolay dağılacağa benzemiyordu. Tepeyi döndükten sonra aynı uğultu yine duyulmaya başladı. Bu defa Süleyman da duymuştu sesleri. Ne olduğuna anlam veremeyince, adımlarını o tarafa çevirdi. Tabi, diğerleri de peşinden…
İlerde küçük bir türbe başında bekleyen kalabalığı görünce durakladı. Arkadaşlarının peşinden gelmesinden cesaret alıp yürümeye devam etti. Sabahın bu saatinde kimlerin olabilir? Sorusu kafasında dönüp durdu…
Hava hala soğuk. Bahar gelmiş olmasına rağmen, kışın gitmeye niyeti yok gibi. Kalabalığa biraz daha yaklaştılar. Yirmiye yakın kadın bir türbe başında duruyordu. Kimi duada, kiminin elinde Kur’ân.
Yaşlı bir kadın okumayı bitirmiş, kalabalıktan az geride bekliyordu. Süleyman, çekinerek yaklaştı teyzeye. Türbede kimin olduğunu merak etmişti. Kadın şaşırarak baktı karşısındakine:
“Bilmiyor musun?” dedi irileşmiş gözleriyle…
“Hızır bu oğlum, Hızır!”
Bu defa şaşkınlık Süleyman’ın yüzüne sıçradı:
“Olur mu teyze! Ben senelerdir buralara gider gelirim, hiç duymadım.
Kadın, sözünü bitirmesini bile beklemedi karşısındakinin. İki koluyla tuttuğu Kur’ân’ı göğsüne biraz daha bastırdı: “Olur evladım olur. Vallaha da, Billaha da Hızır!”
Bulutların arasından ince bir yol bulan gün ışığı, kısa bir süreliğine de olsa etrafı sararttı. Akşamdan kalan yağmur damlaları yapraklardan ara ara düşmeye devam etti. Florya kuşunun dalgalı ötüşüne, bir ispinoz kuşu karşılık verdi. Bir grup serçe, etrafta kimse yokmuş gibi didişmeye durdu…
Erkeklerin geldiğini yeni fark eden bazı kadınlar, başörtülerini yeniden düzeltirken okuma sesleri de yavaş yavaş kayboldu.
Süleyman Hoca’nın konuştuğu yaşlı kadın, bildiklerini izah edememenin sancısını yaşadı içinde: “Biz öyle biliyoruz oğlum” dedi sıkıntılı bir yüzle. Sonra, karşıdaki kadınları işaret ederek: “Her Cuma geliriz biz buraya” diye ekledi.
Kadınlar çıkmaya hazırlanırken Süleyman da yanındakilerle birlikte türbeye yaklaştı. “Fatiha”ya açılan ellerini yüzüne sürerken, hemen önündeki Osmanlıca yazı çekti dikkatini. Silinmeye yüz tutmuş bir yazıydı bu. arkadaşlarının yardımı olmadan işin içinden çıkamayacağını anlamakta gecikmedi.
Ondan bir harf, bundan bir kelime derken; bulmaca çözer gibi söktüler yazıyı. Okuma bittiğinde ise yeniden bir sessizlik çöktü üzerlerine. Bir müddet kimseden çıt çıkmadı. Yere düşen bakışlar, kelimelere kapandı. Sonra eller bir daha kalktı duaya…
Ayrılmaya hazırlanırken Serdar; yazıyı bir kez daha mırıldandı: “Merhum Feridun Ahmet Paşa, Çok yardımseverdi. Kimseyi geri çevirmezdi. Hızır gibi biriydi!”
Ayağa kalktı Serdar. Birkaç adım ilerledikten sonra tekrar dönüp baktı türbeye. O an: “İnsan nasıl yaşarsa öyle ölürmüş!” sözleri döküldü dudaklarından.