Parayla alınıp satılmayan, imalatı yapılmayan insan, mükemmel cihazlarla donatılmış, Allah’ın (celle celâluhu) matmah-i nazarı, harika bir sanat eseri ve kâmil bir varlıktır. İnsan, akıl ve irade gibi, hiçbir varlığa verilmeyen nimetlere mazhardır.
İnsan dünyada bâkî değildir, fakat bâkî olan bir âleme namzettir. Allah, bunun gerçekleşmesi için, insanların dünyada tünel geçişi yaptıkları gibi, fâni âlemden bâkî âleme intikallerini de adeta kabir tüneliyle sağlamaktadır.
İnsan kendi kendine dünyaya gelmedi. Nasıl geldiğini, niçin gönderildiğini, nereye gideceğini kendisi de merak ediyor. Demek bizi buraya gönderen, kudreti nâmütenahi bir Yaradan var. “Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” (Bakara, 2/156).
Kâinatta ne olup bitiyorsa, hep Allah’ın ilmi ve kudretiyle oluyor. Her an, her şey O’nun kontrolü altındadır. Güneşin ve havanın, bütün varlıklara aynı anda ulaşması gibi, Allah da küllî irâdesiyle, göklerde, okyanuslarda ve dünyanın her yerinde, bütün mahlukâtın aynı anda ihtiyaçlarına cevap verir, hayatlarını devam ettirir.
Her yaratılan varlığın mutlaka bir vazifesi vardır. Güneş hararetiyle ısıtır; ışığıyla aydınlatır. Ay, takvimcilik yapar. Bulutlar gözyaşlarıyla yeryüzünü sulayarak bütün canlıların yüzünü güldürür. Ormanlar oksijen pompalar, arılar bal verir. Toprak ve ağaçlar, türlü türlü nimetlere tablacılık ederek sofralarımızı süslerler.
Yumurtadan çıkan civciv hemen yürür. İnsan ise, iki senede ayağa zor kalkar ve konuşmaya alışır. Taallümle tekemmül (ilim elde ederek kemâle erme) kanununa tâbi olan insan, sadece maddeden ibaret bir varlık değildir. Anlaşılması çok zor bir ruh ve mânâ yönü vardır. Bununla beraber, harika bir fizik dünyası ve akıllara durgunluk verecek metafizik âlemi de unutulmamalıdır. İnsan bunları, dünya ve ahiret hayatı adına israf etmeden çok iyi değerlendirdiği takdirde, yaratılış gayesine uygun yaşamış olur.
Böylesine harika duygu ve düşüncelerle, ruh ve mânâyla, akıl ve iradesiyle mesul hâle getirilen insanın en önemli vazifesi, Rabbini tanımasıdır. Bunun için de Allah’ın kudret ve iradesiyle nazarına arzettiği Kâinat Kitabı’nı gerçek mânâda okuması, kelâm sıfatının tecellisi bulunan Kur’ân-ı Mûcizü’l Beyan’ı çok iyi anlaması ve Söz Sultanı Efendimiz aleyhissalâtü vesselâmın mübarek ve nurlu sözlerini can kulağıyla dinlemesi gereklidir.
Batı dünyasındaki bazı önemli ilim adamlarının Allah (celle celâluhu) hakkındaki görüşleri ise şu şekildedir:
“Tabiat, hiç şüphesiz Allah’ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken bir kitabıdır” diyen Galileo (1564–1642); Allah’ın kitaplarıyla yarattıkları arasında hiç bir çelişki olmadığını ve olamayacağını, çünkü her birinin Allah tarafından yaratıldığını söylüyordu. Duyuların, konuşma yeteneğinin ve zekânın insanlara Allah tarafından verildiğine ve bunların en iyi şekilde kullanılması gerektiğine inanıyordu.
Isaac Newton (1642–1727), hem matematikçi hem de fizikçi idi. En önemli tespitlerinden biri yer çekimi kanunudur. İlmî araştırmalarını neden yaptığını ifade ettiği bir eserinde, “Bizler Allah’a muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre Allah’ın büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O’na teslim olmalıyız. Allah sonsuz ve mutlaktır; gücü sınırsızdır ve herşeyden haberdar olandır. Her şeyi yönetir, yapılan ve yapılacak olan herşeyi bilir. O, sonsuz ve sınırsızdır; vardır ve varlığı daimidir.”
Albert Einstein (1879–1955), Allah’a inandığını belirtmiştir. “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” sözü ona aittir. Kör baksa da göremez, topal ise menzile varamaz.
Fransız ilim adamı Louis Pasteur’ün (1822–1895), mikroplarla ilgili çalışmaları çok önemlidir. Bilim ile din arasındaki uyumu savunan Pasteur şöyle demiştir: “Tabiatı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı’nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor. Bilim, insanı Allah’a götürür.”
Yaratıcı tarafından her şeyin belirlendiği inancı, Goethe’nin farklı eserlerinde yaptığı açıklamalarda kendini gösterir. Goethe, Doğu ve Batı Divanı’nda, tek Allah inancını şöyle över: “Eşi benzeri olmayan Allah’a inanç, ruhu daima yüceltici bir etkiye sahiptir; çünkü bu, insanı iç bütünlüğüne götürür.”
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgârların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.” (Bakara, 2/164).
Hazreti Üstad, Münâzarat isimli eserinde şu veciz tespitte bulunur: “Vicdanın ziyâsı, ulûm-u diniyedir. Aklın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakîkat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinden taassup, ikincisinden hile, şüphe tevellüd eder.”
Allah’ın insanlar için gönderdiği iki kitap, kelam sıfatından gelen Kur’ân-ı Mûcizü’l Beyan ve kudret ve iradesinin tecellisi bulunan kitab-ı kebîr-i kâinattır. İnsanların fıtrî vazifesi, bu iki kitabı doğru okumak, Kâtibini iyi tanımak, O’ndan gelen emirleri de hassasiyetle yerine getirmeye çalışıp rızasını kazanabilmektir.