Eşim, “Oğlum bugün hiç su içmeden yattın.” deyip elindeki bir bardak suyla oğlumuzun odasına girdi. Oğlum gönülsüzce suyu içmeden önce cevap veriyordu: “İçtim anne, inanmazsan mutfaktaki şişeye bak.”
Bu konuşmalar uzun süredir konu bulmakta zorlandığım sırada bana ilham vermişti.
Diğer taraftan olaya müdahil olmaktan kendimi alamadım. “Vay be” dedim, “Annem elinde su ile başucuma gelecek, bana su getirecek, ben de nazlanacağım.”
Öte yandan “Ne kadar da sağlıklı beslenmeye düşkün aileyiz.” dedim.
Çocukluğumuzda nerede öyle her daim, bol bol su içmek… Aç karna su içilmezdi mesela… Yatarken, yemek yerken su içilmezdi. Hele ayaktayken hiç su içilmezdi. Bir de evimizin içinde musluk yoktu o zamanlar. Musluk avluda idi; oradan kovalarla yukarı su çıkarırdık. Su çok kıymetliydi yani… Hele bir de kışın çeşme dondu mu, vay halimize!
Çocukluğumuzda gün boyunca koşup oynar, oyunlarımızın sonunda doğruca en yakın çeşmeye koşar, ağzımızı musluğa dayar, şişinceye kadar içerdik. Terli terli, kana kana… Hiçbir şey de olmazdı, hepimiz sağlıklı ve dayanıklı idik.
İşin komik yanı ise biri birimize yaptığımız tehdit ve ilençlerdi. Evet, su içmeye koşarken “Birinci benim.”, “İkinci benim.”, “İlk içen kanımı içsin.” diye ilenirdik.
O zamanlar temizlik filan da bizim için hiçbir şeydi, ama açlık ve susuzluk ise her şeydi. Mesela yazları ırmağa yüzmeye gider, saatlerce oynar, susadığımızda hemen elimizle kumları deşeler, bir çukur açardık. Çukurun içine biriken su biraz durulduktan ve rengi değiştikten sonra yüz üstü uzanıp içerdik. Hiçbir şeyi umursamazdık. Çünkü biz “balkon bebekleri” değildik; bir nevi “taş fırın çocukları” idik. Bize bir şey olmazdı…
Sadece su değil, yerden topladığımız meyveleri de ya üfler ya da göğsümüze siler yerdik. Belki de o şartlar içinde vücudumuza giren mikro organizmalar bizim bağışıklık sistemimizi güçlendirirdi.
Şimdi açıktan su içmekten, yerden meyve toplamaktan daha büyük tehditle karşı karşıyayız. Ya içtiğimiz şeylerde kanserojen maddeler varsa ya da yediğimiz meyveler GDO’lu ise veya ilaç ve hormon kalıntısı varsa?
Çocukları adeta sera içinde büyütüyoruz. Her türlü tehdit ve saldırıdan uzak bir hayat tarzı sunmaya çalışıyoruz. Çocuklarımız dirençleri düşük, bedenleri dayanıksız…
Mahallelerde, neredeyse her köşe başında, sürekli akan sular vardı. Cami avlularındaki şadırvanlar, çarşıda arastalar arasındaki çeşmeler, herkesin rahatlıkla, tereddüt etmeden ve endişelenmeden su içtiği yerlerdi.
Çeşmelere dair başka bir fotoğraf karesi de çeşme başlarında araç yıkayan şoförlerdi. O sırada teyplerin sesi iyice açılır, hem müzik yayını yapılır hem de araç yıkanırdı.
O zamanlar henüz içme suları şişelere girmemişti, yani bakkalda, markette su satmak diye bir iş, akıldan uzak, kültürümüze ters bir durumdu. Ben ilk kez suyun şişelendiğini bir İstanbul yolculuğu sırasında, otobüste görmüş ve çok şaşırmıştım.
Söz İstanbul’dan açılmışken şunu da belirteyim: Büyüklerimiz sohbetleri sırasında “İstanbul’da su bile paralı.” diyerek hem hayretlerini belirtir hem de soframızdaki suyun kıymetini bilmemizi ve yaşadığımız kasabanın değerini anlamamızı öğütlerdi.
O yıllarda kahvehanelerde ve lokantalarda da sudan para alınmazdı. Her masada mutlaka su dolu sürahi hazır bulunurdu. Laf aramızda, kahveci çıraklığı yaptığım yıllarda, benden bedava su isteyenlere içimden kızardım.
Öğrencilerin okula giderken bırakın beslenme çantası taşımalarını, yanında su taşıması diye bir lüksleri de yoktu. Şimdi neredeyse her masada kalem, defter ve kitabın yanında bir plastik şişe su da zaruri oldu. Zira yapılan reklamlarla bir taraftan teşvik edici bir dille, sağlıklı hayatın, dinginliğin ve sanki zekâ ve aklın kaynağı şişe sular gibi takdim edilirken, diğer taraftan tehdit edici bir üslupla “Aman ha açıktan su içmeyin, yalnızca bizim şişelediğimiz suları için.” demeye getirdiler işi.
O yıllarda bir de su eğitimi vardı. Su içmek, su ikram etmek ve su kullanmak hususunda her çocuğa mutlaka eğitim verilirdi.
Küçük yaşlarda su içmenin adabını öğrenirdik. Birincisi besmele çekmeden, ikincisi oturmadan, üçüncüsü de ara vermeden su içilmezdi. Büyüklerimiz ayakta su içenleri başka mahlûklara benzetirdi. Bir dikişte su içenlere kızarlardı. Ayrıca su içerken mutlaka çevreye bir bakılır, önce nezaketen yanındakilere teklif edilirdi.
Biri su içerken başka birinin onu rahatsız etmemesi için “Su içene yılan bile dokunmaz.” derlerdi.
Su üzerinden toplum içindeki konuşma ya da yemek yeme hususu hakkında da “Su küçüğün, söz/yemek büyüğün.” diyerek protokol eğitimi verilirdi.
Büyüklere su vermek ve onların duasını almak da teşvik edilirdi. Küçüklerin elinden su içenler “Su gibi ömrün uzun olsun.” ya da “Su gibi aziz ol.” şeklinde dua ederlerdi.
Su ikram edilen kişinin yanında bardağı boşalıncaya kadar beklenir, sonra bir bardak daha içmesi teklif edilirdi.
Serinlemek için de su kullanmak yaygın bir yöntemdi.
Benim için enteresan bir hatıradır; sokakların, kapı ve dükkân önlerinin sıcaklarda su hortumuyla sulanması alışkanlığı… Uzun yaz günlerinde, ikindiye doğru iyice sıcaktan bunalan ya da canı sıkılan herkes, hortumu çeşmeye takar, etrafı sulamaya başlardı. Böylece hem araçların arkasından kalkan toz bulutları önlenmiş olur hem de geçici bir serinlik sağlanırdı.
Belediye de yaz sıcaklarında arazöz ile bütün caddeleri sulayarak serinletirdi. Ancak bu arada tedbirli olmak gerekirdi. Gafil yakalanan esnafın tezgâhları, çer-çöp ve çamurla kaplanıverirdi.
Neyse efendim, meseleyi fazla sulandırmadan, konuyu toparlayalım, yoksa “Bu hamur daha çok su götürür.”
Gördüğünüz gibi, bir bardak su, beni çocukluğuma, memleketime, mahallemize, okul sıralarına aldı götürdü.
Sağlıklı-sağlıksız demeden, temiz-kirli ayırmadan içtiğimiz sularla bugüne kadar geldik.
Su ile adap öğrendik, sudan dua aldık. Belki de o dualar sayesinde imkânlara sahip olduk, birçok beladan kurtulduk.
Suya dair kültürümüzde kim bilir daha ne zenginliklerimiz, atasözlerimiz, mecazlarımız, cinaslarımız var. Mesela: “Su bulununca teyemmüm bozulur.” Yerlerine ikame edilen şeylerin aslı bulununca değeri düşer. “Sen bunun üzerine bir bardak soğuk su iç.” diyerek karşımızdakini tahrik mi, yoksa teselli mi ettiğimiz belli olmayan mecazlarımız var.
İbadet niyetiyle, sadaka-ı cariye nev’inden yaptırılan hayrat çeşmelerimiz ve su vakıflarımız da var.
Edebiyattan ibadete ve şehir mimarisine kadar suya böyle hürmet edilirdi. Kıymetini ne kadar bildik?