Annem, “gücük” derdi şubat ayına. Halk ağzındaki kullanımıyla gücük, kısa demekti. Uzun bir yolculuğa çıkışımız, kısa sandığımız bu ayın ilk günü başlamıştı. Günleri ardı ardına sıralarken, şubat ayı ne kadar da uzun olabileceğini göstermişti bize. Öyle uzun bir yolculuktu ki bu; aynı zamanda içimize yaptığımız, derin izler bırakan bir yolculuk.
Çıkarıldığımız ve mecbur tutulduğumuz bu yolda, geçen bir yıla yakın süre ve her biri ayrı bir roman konusu olacak yaşanan onca tecrübe.
Yol telaşı; bitmeyen hazırlıklar, beraberinde götürdüğüm kırgınlıklar… Sabahın en koyu saatlerinde benimle çıktılar yola, bir bilinmeze. Şimdi rahat rahat uyuyabilirlerdi bu yolu bize dayatanlar, sıcacık yuvalarında.
Evet, biz bir yola mecbur bırakılmıştık. O yolun adı da mülteci olmaktı.
Üniversiteye hazırlık yıllarında çok yakın arkadaşımdan duymuştum ilk kez “mülteci” kelimesini. İlk duyduğumda kelimenin bir gün gelip de kaderim olacağını nereden bilebilirdim? Üzerine bile düşünmeden, o esnada geçip gitmişti yanımdan birkaç cümleyle; bir gün bana uğrayabileceğini bir an olsun düşünmeden. Başka bir dünyaya gitmek zorunda kalmak, alışkanlıklardan, bildik çevrenden uzaklaşmak…
Şubat soğuk ve uzundu artık bizim için. Geçmek bilmeyen saatlerin başında, henüz tanışılmayan bir yığın duygularla başlayan yolculuğumuz. Geride bıraktığımız sorular… Daha ilk adımda karşılaştığım o hüzün veren kelimenin anlamıyla, ayaklarım geri geri gitmişti ait olmak istemediğim o soğuk binanın merdivenlerinde. Yavaş yavaş üstüme çökmüştü o kelimenin ağırlığı. Neden buradaydık ki? Endişeyle karışık bir korku ile kalbimin ritmine ayak uyduramaz hâldeydim. Beni kendime getiren kızımın ağlama sesi olmuştu. İrkildim. Daha 11 yaşındaydı kuzum. Gözyaşlarımız karıştı sarılınca birbirimize. Eşimin telkinleri de fayda etmedi çaresiz akan gözyaşlarımıza. Her şey güzel olacak! Tamam, ben inandım da küçücük bir kalbi nasıl inandırabildim her şeyin güzel olacağına?
Bütün bildiklerimizi unutturan o soğuk binanın dili olsaydı keşke. Ama ötelere şahit olduğunu bilmek bir nebze de olsun içimi rahatlatıyor şimdilerde.
Resmi işlemlerle birlikte mülteci olma yolunda ilerliyordu. İlk adımı geride bıraktığımıza göre, birer mülteciydik ve bir sonraki aşamaya geçebilirdik artık.
Verilen kimlik ve birkaç eşya ile bize gösterdikleri odaya çıktık bir görevlinin eşliğinde. Çıkmasına çıktık da merdivenlere kadar gelen pis kokularla, film şeridi gibi gözümden geçen hayatımdan gerçeklere dönmem bir oldu. Allah’ım nasıl bir kokuydu bu? Nasıl böyle bir yer olabilirdi? Unut, unut bütün bildiklerini, unut! Gerçek burasıydı.
Kaç can, kaç hayat gelip geçti buralardan, metrelerce uzunluktaki koridordan?
Odamızdaydık artık. Anahtarı dahi olmayan, köhne bir oda. Şimdi başlıyor asıl diyorduk, biraz sonra yaşayacaklarımızı bilemeden. Birbirimizi sakinleştirmeye çalışıyorduk, yaşadıklarımız karşısında bir tek söz bile söylemeden o esnada. Tatile geldik ve orayı beğenmedik, daha da burayı tercih etmeyiz, diye düşünüyorduk sanırım. Kokusu hala burnumda olan koridordan geçip lavaboya geldik. Elimizi, yüzümüzü yıkayıp az da olsa ferahlamak için.
İçler acısı bu manzaradan daha kötüsü olabilir mi, diye düşünmeden çıkıp odaya kaçtık da denebilirdi. Yatma vakti gelmişti, sabah yolculuk vardı erkenden. Şimdi burada güvenle nasıl uyunurdu?
Kuş uykusu gibiydi o geceki uykum, tedirgin bir şekilde yastığa başımı koydum. Odada bulunan sandalyeler her duruma karşı anahtarımız olmuştu o gece. Kapının ardına sıralayıp kendimizi güvene almıştık.
Gün ışımadan gelen görevlinin kapıya şiddetle vurmasıyla ayağa kalmamız bir olmuştu. Korku ile karışık bir uyanmaydı. Anlamadığımız dilde bir şeyler söylemişti; sadece aşağıya inmemiz gerektiğini anlayabilmiştik.
Bizimle beraber birçok insan aşağıdaydı. Gelenler sıraya girmiş, sabah kahvaltısı için kuyrukta bekliyorlardı. Her coğrafyadan insan vardı. Gün ışıdıkça daha da belirginleşiyordu suretler. Saatler geçmiyor gibi olsa da epey yol almıştık hiç tanımadığımız insanlarla aynı otobüste. Artık başka şehirlere gönderilecektik. Uzun bekleyişler… Ne tuhaftı tanımadığın kimselerle beklemek. Saatler süren bekleyişin ardından, yapılan işlemler sonrası; verilen kimliklerle ilticamız resmiyet kazandı. Çekilen fotoğraflar bile aynı şeyi diyordu sanki: “Sen mültecisin!’’
Tam olarak ne hissediyordum, anlamıyordum. Her adımda bir duvara çarpmış gibi öylece bekliyordum. Zor da olsa bu gerçeğe alışmalıydık. Yaşayan ben oldum, şükür ki yaşatan, dayatan olmadım, kimseye böyle bir çaresizliği.
İyi ki Allah var! Hesap var!
Ardı ardına sıralanan sorular eşliğinde, gülsem mi ağlasam mı arası bir durumda, o esnada yaşanan trajikomik olaylar eşliğinde elimize tutuşturulan birkaç belge ile bizi götürecek aracın gelmesini bekliyoruz. Birkaç siyahî genç ile bindiriliyoruz araca.
Adını bilmediğimiz şehirleri arkada bırakarak ilerliyorduk. Etrafı tel örgülerle çevrili, hapishaneden bozma, sevimsiz bir binanın önünde durduk ilk önce. İçeri girişler turnikelerden geçilerek yapılıyor sırayla. Şoföre göre bizim ineceğimiz yer burasıydı. Neyse ki bizim kalacağımız yerin burası olmadığı anlaşılınca, tekrar araca geçip yola revan olduk. Bizden başka kimse kalmamıştı araçta. Şoförle sohbet etme fırsatı bulunca, onun da zamanında buralara Türkiye’den göç etmiş Ermeni bir ailenin çocuğu olduğunu, öğrenmiş olduk.
Hayat ne garipti! Ön yargılarımız ne çok ağırlık yapmış meğer bize. Şoförle sohbet ederken prangalarımızdan kurtulmuş gibiydik. O yolculuk boyunca edilen sohbet epey iz bırakmış olmalı ki sonraları tanıdığımız her insan için kılavuz oldu bize. Bambaşka hayatlar vardı elbet, ama sadece yüreğine dokunabildiğini tanıyordun. Hava kararmış, küçücük şehrin sessiz ve ışıltılı sokaklarından geçerek varacağımız noktaya ulaşmıştık.
İşin heyecanı ile telaşı birbirine karışınca, eşimin telefonunu araçta unuttuğunu hayli zaman sonra fark ettik. O esnada, zaten hiç olmayan giriş kapısını bulmaya çalışıyorduk çünkü. Şoförün oradan ayrılması da epey olmuştu. Kendisine, eşimin telefonunu arayarak ulaştık ve söz verdiği gibi telefonu bulunduğumuz adrese ulaştırmıştı üç beş gün içinde. İyi insanlar iyi ki varlar!
Sonunda gelmiştik ve şimdilik buralıydık. Saçı sakalına karışmış bir görevli ile gösterilen odamıza kadar geldik.
İnsan unuturmuş, bir acıyı bir de sevinci… Ta ki bir yenisiyle karşılaşıncaya kadarmış öncekiler.
Bir yıla yakın zamanımızın geçeceği yerdeydik. Açılan oda kapısıyla, gördüğüm manzara karşısında sanki tekeri patlamış kamyon gibi son hızla çarptım oradaki duvarlara; gramofon gibi kat kat oldum, çaresizliğimin karşısında. Bir önceki yere rahmet okutacak türdendi zira kalacağımız oda. Öylece usulca ranzanın bir köşesinde büzülüp kaldım. Çaresizlik bu olmalıydı zannımca.
Tevekkül, teslimiyet, çaresizlik ve daha birçok duyguyla eşimin teskin etmeye çalışması… İnsanüstü bir gayretle orayı az da olsa elimizdeki malzemelerle yaşanır kılmaya çalışması… Kafam allak bullak… Bütün yaşananlar rüya olsun, diye ettiğim dualar. Yeniden başlamalıydım, en baştan. Engel olamadığım düşüncelerimden bir an önce kurtulmalıydım.
Kendimle hesaplaşırken çalan telefonum… Allah’ım, bu kadar çabuk muydu mükâfatın? Ne bitmez güzelliklerin var! Sadece Sana teslim olup beklemeliymişim meğer. Çalan telefonla az önceki çaresizliğimizin yerini büyük bir sevinç aldı. Daha da arttı sevincimiz, yarım saate kadar oraya geliyoruz, diye haber verilince. Biz odaya yerleşmiş, aramızda konuşurken gelen ilk misafirimiz…
“Haydi”, dedi bize, “Toparlanın, gidiyoruz.” Duymuş olduğum en güzel sözcüktü; o odanın içinde, içimde güller açtıran, iyi insanların varlığına şükrettiren.
Üstümüze çöken kara bulutları dağıtan bir sözdü: “Haydi!”
Toparlanıp ayrılmak, beş dakikamızı dahi almamıştı. Gecenin karanlığından geçerek, misafirimiz sandığımıza misafirdik artık. İki haftalık resmî işlemlerde hep yanımızda olan ve bizi evinde misafir edip bir an bile ağırlığımızı hissettirmeyen güzel yürekli, Ensar ruhlu insanlar… Çekilen onca sıkıntıya rağmen onları tanımak bir mükâfattı bize.
Düşünüyorum da tarihte bizim gibi iltica eden ne kadar çok insan vardı. Peygamberlerin ve Hak dostlarının hicretleri de bir nevi iltica etmek değil miydi? Anlıyorum ki mülteci olmak, doğru bir niyetle insanın Rabbine iltica etmesiydi aslında.
“Zahmetsiz rahmet olmaz.” sözünü her anımızda yaşarken, hayatlarımıza ortak olan nice gönül insanı ile tanışmak ve aile olmak… Kan bağı mı? Hayır, can bağı! Vefalı olmak, insan olmak, hâlden anlamak… “Herkes insan doğar ama bazıları insan kalır.” sözü sırrınca…