Yazının başlığını görünce bazıları hemen, “Atatürk’le bir alıp veremediğiniz mi var” düşüncesine kapılabilir. Atatürk’le herhangi bir problemimiz yok da daha önceki atalarımızla ciddi problemlerim oluşmaya başladı. Son 15 sene boyunca Türkiye’deki iktidarın yaptıklarını gördükçe, kendi aile ve mahalle çevremde hâlâ “Bunlar Müslüman; kâfir ve laik sisteme karşı desteklememiz lâzım” diyerek günlük basit menfaatlerinin peşinde koşarken, bir taraftan da dinimize en büyük kötülüğü bunların yaptığını görünce, biraz meselenin tarihten gelen dinamiklerini düşünmeye başladım.
Ortaokul yıllarında kompozisyon derslerinde edebiyat hocamız Atasözlerimiz ve Deyimlersözlüğü isimli bir kitaptan bazı sözler hakkında bir deneme yazmamızı ve sınıfta teşkil ettiği grupların bunları münazara şeklinde tartışmasını isterdi. O çocukluk yıllarında da zaman zaman kafama takılırdı, ama “Atalarımız söylemişse doğrudur” deyip üzerinde çok durmadan geçerdim. Hatta zaman zaman bu sözlerin doğruluğunu peşinen kabullenince belki sıkıştığım durumlarda çocukluk hâliyle tatbik ettiklerim de olmuştur, meselâ “Gemisini kurtaran kaptan” sözü aklıma gelince beş-altı arkadaşla sataştığımız daha büyük birisinden dayak yiyeceğimizi anlayınca hemen tabana kuvvet kaçmışımdır. Yakalanan zavallı arkadaşımız dayağı yedikten sonra bize “Kalleşler, korkaklar” şeklinde çıkışınca da “Atalarımız söylemiş oğlum, gemisini kurtaran kaptan, bilmiyorsun!” diye kaçamadığı için onu suçlamışızdır.
Şimdi ülkemizin yaşadığı bilhassa son üç senelik sürece baktığımızda bazı sözleri eğer gerçekten atalarımız söylemişse, yazıklar olsun böyle atalara diyorum. Utanmazlığın, ahlâksızlığın, zulmün zirve yaptığı bu dönemde gülerek, eğlenerek, keyifle gününü gün eden insanların, bir taraftan da vicdanlarını rahatlatmak ve üzerlerine gelen soruları savuşturmak için bu atasözlerine sığındıklarını görmeye başladım.
Öncelikle bürokraside belli mevkilerde imza yetkisi taşıyan, bir imzayla ihalenin adresini değiştirenler, imar iznini halledenler, inşaat veya maden ruhsatını yoluna koyanların çok sevdikleri bir atasözümüz “Bal tutan parmağını yalar.” Tabii ki parmaklar yalandıkça eldeki balı hiç bırakmak istemeyen bu insanlar bir zaman sonra parmak yalamakla doymaz hâle gelince bal kavanozunun içine dalmaya başlarlar. Bu atasözü de onları rahatlatır. Fakat hiç düşünmezler, bu hangi atalarımızın sözüdür? Müslüman bir atamız bu sözü söylemiş olamaz! Peygamber Efendimizden (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Hazreti Ömer’den (radıyallahu anh) bu konuda yaşanmış birçok kıssayı hemen herkes bilir. Bazı valilerin bu yüzden azledilmesi, Hz. Ömer’in oğlunun develerinin özel bir otlakta otlatılması meselesi, devletin işi için ayrı mum, kendi şahsi işi için ayrı mum yakması vakaları adeta dillere destan olmuştur. İşin enteresanı, bu parmaklarını yalayıp bal kavanozunu boşaltanlar yeri geldiğinde bir de utanmadan bu yaşanmış vakaları anlatarak üste çıkarlar.
Aynı çarpık düşünce istikametinde üç ayrı atasözü var ki, her biri için birkaç sayfa izah yapılıp örnek verilebilir: “Ar dünyası değil, kâr dünyası, ar eden kâr etmez.” Yani bugünkü Türkiye Türkçesiyle; kim ne düşünürse düşünsün umursama, Allah ne der bu işe, dinimizce caiz midir? İnsanlardan utanmaz mısın? Bu soruların cevabı da bu mahlûklar için, şimdi utanma dünyası değil oğlum, kazanma dünyası, boş ver utanmayı, utanmak karın doyurmuyor. Almanya cumhurbaşkanı 200 Euro’luk yanlış bir alışveriş muamelesi (hırsızlık değil) sebebiyle mahkemede aklansa bile, o yanlışlığı kaldıramayıp utancından istifa ediyor. Türkiye’de ise bu sözde atasözünün de yüzlerce utanmayan takipçisi, hiç “ar etmeden kâr etmeye devam ediyor.”
“Yağmur yağarken, küpünü doldurmaya bak,” ne kadar veciz bir söz değil mi? Hasbelkader bütçesi yüklü bir işin başına geldiysen oradaki vazifenden alınana kadar çalabildiğin kadar çal; köprü yapıyoruz de, yol yapıyoruz de, başka devletler bire mal ederken sen beşe mal etmişsin önemli değil, dördünü küpe atacağımız için atasözüne uymuş oluruz!
Hele bir söz var ki tam bugün mecliste yazan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ve mahkemelerde yazan “Adalet mülkün temelidir” ifadelerinin de en üstüne yazılması gerekir: “Devletin malı deniz, yemeyen domuz.” Ne müthiş söz etmiş atalarımız, helal olsun sizlere! Bunu söyleyen atalarımız herhalde İslâmiyet’ten öncekilerdir. Putperest veya Şamanist atalarımız olabilir mi? Bilmiyorum, ama onlara da haksızlık etmek istemem, tahmin ediyorum onlar da bu kadar yozlaşmamıştır. Şu anda bilfiil devlet kurumlarında her gün irtikâp edilen binlerce yolsuzluk ve hırsızlık vakalarına bir de “Yolsuzluk hırsızlık değildir” diye fetva veren sakallı ve sarıklı sözde Müslümanları görünce, bu atasözlerini çıkaran atalarımızı biraz tahayyül edebiliyorum.
Benim bazı sevdiğim atalarım var iftiharla bahsedebileceğim; onların koskoca ordusu üzüm bağlarından geçerken susamışlar da izin alarak girdikleri bağdan kopardıkları salkımların yerine fazlasıyla veya değeri kadar parayı asma çubuklarına bağlamışlar. Fakat sonradan gelen ne idüğü belirsiz birileri atasözü diye “Üzümünü ye, bağını sorma” demişler. “Nereden gelirse gelsin, helâl haram fark etmez ye gitsin, hangi bağdan gelmişse gelmiş, çok karıştırma, yemene bak” diyen, harami güruhu ülkeyi işgal etmiş, Müslümanlığın çehresini karartmış, başını önüne eğdirmiş.
Ülkemizin üzerine bir musibet ve felâket gelmiş, yurtlar yuvalar dağılmış, okullar tarumar olmuş, hâmile hanımlar hapishanede tek başına pis bir koğuşta feryat figan doğum yapıyor, hapishanelerde hasta, bakıma muhtaç mağdurların sayısı belli değil, komşumuz eğlenebiliyor ve pis pis sırıtarak “Gemisini kurtaran kaptan” “Girmeyecektiniz böyle fırtınalı denizlere, bizim gibi işinizle meşgul olup devletten aylık bir paket makarna, bir torba kömür alıp yan gelip keyfinize bakacaktınız” diyerek kapısını yüzünüze kapatıyorsa lânet olsun bu atasözünü söyleyen atamıza!
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” Ne kadar ekolojik dengeyi gözeten bir söz değil mi? Neticede her canlının hayat hakkı vardır, zavallı yılandan ne istiyorsunuz, nasıl olsa beni sokmuyor (ama başkalarını sokabilir.) “Fakat bu yılan bir kere sokmaya alıştığı zaman durmak bilmez, kardeşim gel bana yardım et, yarın seni de sokabilir” deseniz de bu insanlara herhangi bir sözün tesir etmesi mümkün değildir. Onlar ücretlerini peşin almış olduklarından, yılan Müslüman kardeşlerini sokarken “Bizimle bir alıp veremediği yok ki; sizin probleminiz” deyip bu sözü söyleyen ataları gibi arkalarını dönerler.
“Komşusu açken tok yatanlar, Müslüman kardeşinin derdiyle dertlenmeyenler bizden değildir” mealinde birçok hadis-i şerife rağmen “Her koyun kendi bacağından asılır” diye bir atasözüne sığınarak kapısını kapatanlar, “Ateş düştüğü yeri yakar” diyerek kendini geriye çekenler, ne kadar gayret etsem de ateş buraya düşmediği için senin gibi dua edemem diyenler, sizler nasıl ataymışsınız! Ateş gerçekten de düştüğü yeri yakar, ama hiç mi etrafına yayılmaz, hiç mi çıkan dumandan rahatsız olmazsınız; sizi yakmasa bile, yananın yanında olmanız, su dökerek yardım etmeniz gerekmez mi?
Hele bir tanesi var ki ustaca bir münafıklıkla söylenmiş: “Viran olası hanede evladüiyal var.” Yani tek başına olsa kimseden korkmaz; arkadaşımız yiğit, ama ne yaparsın ki evde çoluk çocuk var! Hatta bu tabiri şöyle de söylerler:
Bir başıma kalsam şâh-i devrâna kul olmam
Vîrân olası hânede evlâd u ıyâl var
Arkadaşlarının çocuk çoluğu yok mu? Evlerine uğrayıp bir selam versen, bir ekmek götürsen, bir sıkıntınız var mı diye sorsan sana kim, ne diyecek! Zaten kimse, kimseden takatini aşacak bir şey istemiyor ki… Yapılacak şeyler zaten kısıtlı ama tamamen sırtını dönerek o kadar yıllık komşunu görmezden gelmenin mazereti yoktur. Hiç kimsenin kendisini göz göre göre ateşe atması istenmez, tehlike çok kesin ise o kişinin de kendisini yakması talep edilmez, ama korkuyu abartıp en masum bir hatır sormadan bile kaçanlara yazıklar olsun, onlara yol gösteren atalarına da!
“Merhametten (veya iyilikten), maraz doğar.” Bu söz çok yanlış değil, fakat yine de atalarımızın bu sözüne de uymamak gerekir, çünkü dinimiz her zaman iyiliği emretmiştir. Neden çok yanlış değil? Son yıllarda çokça şahit olduk, yaşadık ve görüyoruz. Doktora yaptırdığı, elinden tutup yardım edip asistan aldığı öğrencisi, hocasını rektörlüğe şikâyet ediyor. Bir kadın on bir yıldan beri komşuluk yaptığı, senelerce hanelerine gidip gelmiş belki yemeklerini yediği apartman komşusunu şikâyet ederek evlerinin gasp edilmesini istiyor. Sıkışan ve borç isteyen tüccar arkadaşına borç veren, iyilik timsali insanların alacağını ödememek için borçlu tüccar şikâyet ediyor. Yüzlerce örnek verilebilir. Fakat bizim ahlakımızın dayandığı desteklerden birisi “Bir gemide dokuz cani, bir masum bulunsa yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz” düsturu olduğundan, bizler biraz daha uyanık olup iyilik yapmaya devam etmeliyiz. Herkesin de nankör olduğu gibi bir suizanla yatıp kalkmak toplumda dayanışmayı ve iyilikleri engelleyeceği için, bu son atasözü de (hayatın içinde bazen doğru olsa da) bize göre yanlıştır.
Yukarıda gördüğünüz gibi, ben bu atalarımız denilenlerin nesli olmaktan utanıyorum ve onları ata olarak kabul etmiyorum. Bu zırvaları bize “atasözü” diye okutan millî eğitim sistemini de, bu sözlere göre yetiştirdikleri hırsız, bencil, utanmaz insanları da ilmi ve kudreti sonsuz olan Allah’a havale ediyorum. İster ıslah eder ister imha eder, isterse iman ve hidayet verir, isterse kahreder, O’nun (celle celaluhu) bileceği hususlar hakkında fazla konuşmanın da bir manası yok.