Toplu içtihat, kolektif içtihat da diyebileceğimiz “heyet içtihadı”, Asr-ı Saadet’ten beri icmâ ve daha çok da şûrâ kavramının altında kısmî uygulamalarını gördüğümüz isimsiz bir müsemmadır. 20. yüzyılda heyet içtihadına olan ihtiyaç arttı. Özellikle 20. asrın ikinci yarısından sonra fıkıh alanındaki içtihat ihtiyacı, heyet içtihadı kavramını İslâm âlimlerinin gündemine getirdi. Heyet içtihadı ilk olarak 1961’de, Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi bünyesinde, 1978’de Mekke-i Mükerreme’de ve 1981’de Cidde’de ve daha sonra dünyanın pek çok yerinde kurulan fıkıh akademilerinde kurumlaştı. Bu kurumlar, heyet içtihadını tanımlama ihtiyacını da gündeme getirdi. Tanımlara göre heyet içtihadı, ferdî içtihatta aranan özelliklerin, şûrâ neticesinde bir grup müçtehitte aranmasından ibarettir. İcmadan ayrıldığı nokta ise devrin bütün müçtehitlerinin bulunma şartının olmamasıdır.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de ısrarla heyet içtihadına çağrı yapan âlimlerdendir. O, halktan gelen sorulara cevap verdiği cami sohbetlerinde çok atıfta bulunduğu heyet içtihadını, Fasıldan Fasıla serisinin dördüncü kitabında özlü bir şekilde ifade etmiştir. Hocaefendi, “İslâm Fıkhı” başlığını taşıyan yazısında, klasik fıkıh kitaplarının daha kolay anlaşılacak şekilde yeniden basılması gerektiği üzerinde durur. Bu çerçevede usûl-i fıkhın yeniden gözden geçirilip geliştirilmesinin ve örfe dayalı içtihatların tekrar ele alınmasının gerekliliğine dikkat çeker. Hocaefendi’ye göre içtihadî hükümlere ihtiyaç duyulan alanların çok iyi tespit edilmesi ve bu noktada herhangi bir boşluğa meydan verilmemesi de çok önemlidir. Bütün bunları bir heyetin yapmasının şart olduğunu da ekler. O bu fikri tam 25 yıldır savunduğunu söyler. Neden savunduğunu ise şöyle açıklar:
“Fikir dağınıklığına, merci karışıklığına sebebiyet verir düşüncesi ile de zarurî durumlar hariç, yeni içtihadî hükümler ortaya koymaya karşı olduğumu hep ifade ediyorum. Zira özellikle günümüzde meseleler, o kadar girift ve iç içe bir hâl arz etmektedir ki hayatın bütününe müteallik hususların birden değerlendirilmesi gerekli olan meselelerde, ne kadar uzman da olunsa, herhâlde, dar mânâda “din âlimleri”nin yeterli olamayacakları söylenebilir. Evet, bir din âlimi hem sosyolog hem psikolog hem iktisatçı vb. olamayacağına göre, o zaman bu işi ancak, uzman kişilerden oluşacak bir heyet halledebilir diye düşünüyorum.”[1]
Hocaefendi 1979 yılında cami kürsüsünde kendisine sorulan bir soruya cevap verirken oluşumunu beklediği bu heyetin neden gerekli olduğunu söyler ve bu heyeti oluşturacak fertlerin özelliklerinin neler olduğu üzerinde durur. Ona göre bu heyetin üyeleri, kalbi aklı kadar, aklı da kalbi kadar aydın, fıkhı iyi bilmesinin yanında modern bilimleri de bilen insanlardan oluşmalıdır. Bu heyetin üyelerinin ilmî yeterliliği, füzeleri idare etmede Wernher von Braun, izafiyet teorisiyle kendini kabul ettiren Einstein, fıkıhta Ebû Hanife, Arap dilinin inceliklerini kavramada İbn Mukaffa seviyesinde olmalıdır. Hocaefendi örnek kabilinden verdiği bu isimlerden oluşan yetkin heyet için, “İşte çözemediğimiz meseleleri bu heyet çözecek ve onların vardıkları kararları icmâ sayacağız.” der.
Hocaefendi, içtihat gerektiren yeni meselelerde şimdi münferit konuşmaların olduğunu, kendisinin de bu güçlü omuzlar gelip bu işi omuzlayacakları zamana kadar azamî derecede İslâm’ın ölçülerine riayet ederek fetva işini götürdüğünü, fakat kamu vicdanında itminan hâsıl edebilmesi için bunun bir cumhur ağzından çıkması gerektiğini ifade eder. Çünkü toplumun verilen fetvaları gönül rahatlığıyla kabul etmesi ancak böyle bir heyetin oluşmasıyla mümkündür.[2]
Hocaefendi, bu heyetin, birden oluşmasını beklemenin yanlış olduğunu söyler. Bu heyetin insanları, “bir sünuhat kabilinden, ihtiyaca binaen, zaman içinde hiç farkında olmadan akıp akıp gelecek ve ortaya çıkıverecektir.” Çünkü bu faaliyetin içinde bencillik ve sun’îlik olmamalıdır; sun’îlik, riyakârlıktır.[3] Ayrıca sadece idare ile ilgili meseleler değil bütün problemlerin çözümünde istişare ve kolektif şuur çok önemlidir.[4]
Hocaefendi’ye göre Fıkıh Usulü, İslâm âlimlerinin Kur’ân ve Sünnet’i anlamada geliştirdikleri, dünyada benzeri olmayan ciddi bir ilim dalıdır. Bu metodoloji sayesinde her asrın Müslümanları, Kur’ân ve Sünnet’in kendi zamanlarına bakan yanlarını alabilir ve geliştirebilirler. Ancak içtihada ihtiyaç duyulan meselelerde, sahasının uzmanı şahıslardan bir heyet teşkil edilerek bu içtihatları gerçekleştirmeliyiz. Böyle olduğu takdirde bir kişinin üstesinden gelemeyeceği bu ağır yük, cemaatin omuzlarına yüklenmiş olacak ki onun da her zaman dalâlete düşmeyeceği garantisi söz konusudur.[5]
Hocaefendi, Çizgimizi Hecelerken kitabında, Bediüzzaman’ın “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet şahs-ı manevîye göre olur. Maddî, ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”[6] sözünü açıklarken heyet içtihadının felsefesini ortaya koyar. Aslında Hazreti Âdem’den bu yana zaman hep cemaat zamanıdır. Dinler insanları hep ferdî hareketlerden sakındırıp cemaat halinde harekete teşvik etmişlerdir, ancak günümüzde bu daha önemli hâle gelmiştir. İslâm, ferdin vicdanının cemaate rükün olabilecek hâle gelmesini sağlamış ve bunu da en kâmil şekilde gerçekleştirmiştir. Tarihte mücedditlerin ve müçtehitlerin yoğurdukları hamurdaki bütün ıstıfalar (tabiî ve fıtrî bir ıstıfa olmayıp doğrudan doğruya iradeye bağlı bir ıstıfa, bir seçilme ve bir saflaşma ile cemaat şuuruna varma) oluşa oluşa bugünkü hâlini almıştır ve bu da bir bakıma gayet normaldir. Çünkü günümüzde dünya, bütün devletleriyle âdeta tek bir devlet hâline gelmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanların iletişim ve ulaşımını o kadar kolaylaştırmıştır ki eskiden köyler arasında cereyan eden iletişim hızında, şimdi dünyanın iki ucu arasında muhabere gerçekleşmektedir.
İşte bu durum, vicdan ve ruhlarda da cemaat şuurunun gelişmesini zarurî kılmaktadır. Ancak bugün, değişik hâdise ve cereyanlar karşısında toplumu yoğurup böyle heyetler oluşturmak, Allah’ın inayetine bağlı bir husustur ve o da bir mânâda vardır. Bu heyetler, Asr-ı Saadet’ten bugüne, Kur’ân-ı Kerim’in potasında, Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kurduğu esaslar sayesinde yoğrula yoğrula belli bir seviyeye gelmiştir.
Daha evvelki devirlerde insanlar arasında ilmî hayat, değişik doktrinler ve fikrî cereyanlar gelişmediği için, yığınlar, hakkı veya bâtılı temsil eden bir insanın arkasından sürüklenip gitmişlerdi. İnsanlar ayrı ayrı membalardan ders almadıkları, farklı kaynaklardan su içmedikleri, sosyal hayat belli standartlar içinde hapsolduğu için bir fert bütün toplumu arkasından sürükleyip götürebilirdi.
Günümüzde ise herkes farklı kültürlerden istifade edip ayrı kaynaklardan beslenmektedir. Bu kadar kültür farklılığı da hâliyle birçok akımın zuhuruna sebep olmaktadır. Bu itibarla da bugün yığınlar birbirinden kopuktur. Birbirinden kopuk insanlar, tek başına allâme-i cihan, dâhi-i âzam da olsalar fazla bir şey yapamazlar. Ayrıca günümüz insanı, bazı şeylere vukufundan ötürü enaniyete dayalı bir kopukluk içindedir ve hemen herkes aslan gibi müstakil hareket etmek istemektedir.
İşte Hocaefendi bu argümanlarla, günümüzde insanları bir ve beraber hareket etme fikrine çağırmanın çok önem kazandığını söyler. Özellikle de inanmış sineler sağlam bir vahdet teşekkül ettirerek kendilerini ifade etmeye çalışmalıdırlar. Zira böyle bir dönemde inananların sürtüşmesi dalâlettir, tuğyandır ve Allah’ın hakkımızda bir azabıdır.[7]
Hocaefendi, The Muslim World dergisinde içtihatla alâkalı sorulan bir soruda, sözü en sonunda heyet içtihadına getirir: “İçtihat, en son ve evrensel din olan İslâm’ın, farklı zaman dilimleri ve değişik coğrafyalarda sakin insanoğlunun karşısına çıkacak problemlere çözüm üretebilmesi için Kitap ve Sünnet’in sınırlı naslarından sınırsız meselelere uzanmasının farklı bir unvanıdır. Efendimiz döneminde başlayan bu mübarek faaliyet, hususiyle de Hicrî üçüncü ve dördüncü asırlarda, içtihat, re’y, istidlal, kıyas, istinbat unvanlarıyla hep işletilmiş, dinamik bir sistem olan İslâm’ın yaşanmasına bağlı sürekli canlı tutulabilmiş ve çok bereketli olmuştur. (…)
Bugün insanlar büyük ölçüde sadece dünyayı düşünüyorlar. Fikirler ve kalbler bir hayli dağınık, zihinler maneviyata yabancı, din ve diyanet selef döneminde olduğu gibi insanların birinci meselesi olmaktan çıkmış “Olsa da olur, olmasa da” konumunda. (…) Ama bütün bunlara rağmen İslâm dünyasında şimdilerde din ve diyanet adına göze çarpan diriliş, –inşallah– çok yakın bir gelecekte ehil ve liyakati olanların o kapıyı açmalarıyla noktalanacağı ümidini beslemekteyiz.
Mevsimi gelince, o feyyaz ruh ve cins dimağlar, ciddi bir sorumluluk duygusuyla kendi aralarında değişik ilim dallarında uzmanlaşmış kimselerden içtihat heyetleri, din şûraları teşkil ederek o boşluğu dolduracaklarına inancımız tamdır. Hele iman, İslâm ve ihsan yönüyle şu hamuru biraz daha karalım, görelim Mevlâm neyler.”[8]
Hocaefendi sadece içtihat sahasında değil hayatın her alanında ferdî hareketlerden uzak durulmasını tavsiye eder. Hatta veli olan zatlar bile toplulukla bütünleşmeli ve diğer insanlarla uyum içinde yaşamalıdır. Bir cami heyetinden belediye meclisine kadar farklı heyetlerdeki her fert, kendisinin ne kadar makul düşüncesi olursa olsun onu arkadaşlarına anlatıp onları ikna etmeye çalışmalıdır. Hocaefendi’ye göre, “Esas olan kolektif şuurdur. İçtihat yapılacaksa da kolektif şuur… Hadis yorumlanacak, Kur’ân tefsir edilecekse de takım halinde çalışma esastır. Milletine hizmet edecek olanlar da bu kolektif şuura bağlı hareket edenler olacaktır… Çünkü bu asırda şahıs yok, şahs-ı manevî vardır. Hatta o kadar ki velâyet, kutbiyet gibi manevî makamlar bile şahs-ı manevîye verilmelidir. Ama şöyle böyle hizmet turnikesine önce girmiş insanlara saygıda kusur edilmemelidir.”[9]
Sonuç olarak Hocaefendi, “Bugün her şeyden ziyade hür düşünceyi kucaklayabilen, ilme ve ilmî araştırmalara açık olabilen, kâinattan hayata uzanan çizgide Kur’ân ve Sünnetullah arasındaki mutabakatı sezebilen engin sinelere ihtiyaç var. Bunu da şimdilerde ancak dehâ misyonunu yüklenen bir cemaat yapabilir. Vâkıa eskiden bu büyük işler ferdî dehâlarla temsil ediliyordu. Ne var ki her şeyin olabildiğince teferruata açıldığı ve ferd-i ferîdlerin dahi altından kalkamayacağı bir hâl aldığı günümüzde, artık dehânın yerini de şahs-ı manevî, meşveret ve kolektif şuur almıştır.”[10] der ve kolektif şuuru, yeryüzü mirasçılarının altıncı adımına dâhil eder.
Dipnotlar
[1] M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 166–167.
[2] M. Fethullah Gülen, Sorular ve Çıkış Yolları-108, İzmir: Nil Prodüksiyon, 31-08-1979.
[3] M. Fethullah Gülen, Fikir Atlası (Fasıldan Fasıla-5), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 73–74.
[4] M. Fethullah Gülen, Diriliş Çağrısı (Kırık Testi-6), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 224.
[5] Fethullah Gülen, Yol Mülâhazaları (Prizma-6), İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 154.
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 2.
[7] M. Fethullah Gülen, Çizgimizi Hecelerken (Prizma-8), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 52–56.
[8] Akademi Araştırma Heyeti, Sağduyu Çağrısı, (Muslim World Dergisi Röportaj ve Makaleler), İstanbul: Işık Yayınları, 2006, s. 168–169.
[9] M. Fethullah Gülen, Kırık Testi-1, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 119–124.
[10] M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 47.