“Bir Kitabullah-ı âzâmdır serâser kâinat,
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”
Recaizade Mahmud Ekrem
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Allah’tan başka hak bir ilâhın bulunmadığını kalben tasdik ve lisanen ikrar ettiğine, bütün gören ve görünen eşyayı” şahit göstererek başladığı Katre Risalesinin Birinci Babında, nazarları aynı hakikatin şahitlerinden biri olan kâinata çeker ve her şeyi mânâ-i harfiyle, yani kendi başlarına değil işaret ettikleri mânâları nazara alarak okuyup okutur. Elli beş lisan üzerinden yaptırdığı bu tevhit okumasıyla inşa edilecek marifet peteğinin, “ballar balı” olan muhabbetullahı netice vermesi için gerekli olan usulün de deliller getirmek olduğuna, daha baştan Yaradan’ın varlığını ve birliğini kabulünü duyurmasıyla işaret etmektedir. Kendisini her bir lisan ile insan, yeryüzü ve kâinat simalarında okutturmakta olan “Allahu lâ ilâhe illâ Hû” hakikatine açılmak için insanın kapsayıcı bir nazara sahip olması gerekmektedir. Böylece yakalanan tevhit vicdanda duyulacak ve her bir simada hep Hû’ya ait izler görülecektir. “Hak’tan ayân (açık) bir nesne yok/Gözsüzlere pinhân (gizli) imiş.” ufkuna erişildiğinde ise “Daha yok mu?” heyecanıyla kâinat bahçesinin rengarenk çiçeklerinde dolaşılacak, marifet petekleri örgülenecek ve onlardan süzülen ballar balında tadılan iman lezzetini müştak ruhlara duyurma adına durmadan koşturulacaktır.
Kuşatıcı bir nazar elde etmeden mevcudat bahçelerine açılan biri için böyle bir neticeye ulaşmak çok zordur. Sözgelimi çiçeklerin kesretini tefekkür ederken nazar dağınıklığına düşülecek, bir şekilde toplanan mânâlar kalbde bir tasdik edici bulamadığından marifete dönüşmeyecektir. Bundandır ki nazar önce kâinatın minik bir modeli olan insana çevrilmeli, bu indekste yapılacak okumadan sonra teleskopik bir bakış elde edilerek kâinat kitabı okunmalıdır. “Çünkü âfâkın doğru okunması, enfüsün doğru okunmasına bağlıdır.”
Ballar Balına Niyetlenmek
Daha önce hücre sarayında yaptığı bir temaşa sonucu, önünde diz çökerek efendiliğini ilan ettiği kalbe refik olma makamını elde eden akıl da Üstadının rehberliğiyle yapacağı tevhit okumalarında işte bu yolu izlemeye karar verir. O da Üstadı gibi yolculuğuna Allah’tan başka hak bir ilahın bulunmadığını kalbin diliyle ilan ederek başlayacaktır. Mülk ve melekut ahalisi buna şahitlik etmek için, bütün bir varlığı kuşatacak kadar genişleme potansiyeline sahip vicdanda toplanır. İki alemin de efendisi kalb, başta biricik dostu aklı ve bağrında birliğe ermiş ahalisini temsilen Allah’tan başka hak bir ilâhın bulunmadığını ilan eder. Bu arada vicdanda elest bezminin yankıları işitilir. Kalb akla yanaşır, toprağa bulanmış elbiselerini silker ve dostuna semalara açılabilsin diye nur ve zümrütten bir çift kanat hediye eder. Akıl, bir arının balı niyet ederek polen toplamak üzere kovanını terk etmesi misali, ballar balına niyetlenerek kalbden kanatlanır ve dostunun gözleriyle kâinatın minik bir modeli olan insanı mütalaaya başlar.
Şevk ve Hayat Hediyesi
Akıl gözünü merakla açıp bedenine nazarını çevirdikçe, en evvel gözüne ilişen umumi ve mükemmel bir nizam, kuşatıcı ve hassas bir mizan olur. Bu mükemmel düzen ve hassas dengenin hayret verici kuruluşunda Nâzım’ı görmeye niyetlenen akıl, yolculuğuna Âhir isminin cilvelerinin Evvel tecellilerine dönüştüğü noktadan başlar. Bu noktada bulundukları bedenlerde talim görerek birer çekirdek mahiyetine bürünen sperm ve yumurta hücreleri yeni bir varlık olabilmek için kendileri kalmaktan vazgeçer, birbirlerinde fena bulurlar. Bu buluşma için sperm büyük bir şevkle zorlu mesafeleri aşar, yumurta zahiren hareketsizliğine rağmen farklı mekanizmalarla spermi kendisine doğru cezbeder. Spermde aşikâr bir faaliyet olarak tezahür eden şevk, yumurtada kendini aktif sabır olarak gösterir. İkisi de şeriat-ı fıtriyelerine uymaktan, emr-i İlahinin imtisalinden öyle bir lezzet duyarlar ki büyük bir şevkle kendilerini çürütür ve hayat hediyesiyle şereflenen tek bir hücre haline gelirler. Böylece şevk, bir kez daha hayat atiyyesine matiyye olur, yani şevk bineği, hayat hediyesini almaya vesile olur. Ruh atiyyesine matiyye olacak insan bedeni ise “zigot” denilen bu tek hücreden inkişaf edecektir.
Nizam
Akıl, içinde sakladığı potansiyel itibariyle Bâtın ismine mazhar olan bu yeni hücrede o mükemmel nizamın kuruluşunun ilk adımlarına şahitlik eder. Zigot yaratıldıktan 12–24 saat sonra, ilahî bir emirle mitoz bölünmeler başlar ve her bölünmeyle bir hücreden iki eş hücre oluşturulur. Büyük bir hızla gerçekleşen bölünmeler ve zigotu çevreleyen örtünün sertleşmesi, yeni hücrelerin büyümesine fırsat vermez. Böylece döllenmenin 96. saatinde hücrelerin sayısı 32’ye ulaşsa da bu hücre yığınının boyutu zigotla aynıdır. Bu noktada hücreler bölünerek çoğalmaya devam ederken farklılaşmaya da başlar.
Dış kısımdaki hücreler, embriyonun anne rahmine yapışmasında önemli bir rol üstlenirken, iç kısımdaki hücreler ise bu hücrelerin bir tarafına bitişik bir şekilde kümelenirler. Embriyonun yaratılmasında istihdam edilecek bu hücre kitlesine “embriyoblast” denir. Altıncı gün civarı, hücreleri çevreleyen sert örtü incelerek kaybolur ve ilk farklılaşması gerçekleştirilen embriyo, rahim duvarına yapışır. Toprağın bağrına gömülen tohumların neşv ü nema bulmaları gibi embriyo da ilerleyen günlerde rahim duvarına iyice gömülecek ve burada inkişaf ederek Zahir isminin bir parıltısına dönüşecektir. –
Nizama doğru atılan bu ilk adımlarda her bir hücrenin hangi konumda, nasıl bir fonksiyona sahip olacağını belirleyen sevk-i İlahiyi seyreden akıl, aynı sevki embriyoblast hücrelerinin kendi kemâlât arşlarına doğru ilerleyişlerinde de temaşa edecektir. Zira “pluripotent kök hücre” olarak adlandırılan bu hücrelerin her birinde, gelişmiş bir insan bedenindeki bütün hücre türlerine dönüşebilme potansiyeli mevcuttur.
Döllenmenin ikinci haftasında farklılaşarak iki tabakaya ayrılan embriyoblast hücrelerinden, üçüncü haftada üçüncü bir tabaka daha yaratılır. “Gastrulasyon” olarak adlandırılan bu safhada ortaya çıkan ektoderm, mezoderm ve endoderm tabakalarının zahirleri gibi bâtınları da birbirinden farklıdır. Bu tabakaların en üstünde yer alan ektoderm, âhirde deri, tırnak, saç, diş, beyin ve sinir sistemini oluşturacak hücrelerin evvelini teşkil eder. Onun altındaki mezoderm, kasların, cinsiyet organlarının, kemikler ve kıkırdağın, kalbin, kan damarları ve bağ dokusunun kökenini oluştururken, pankreas, karaciğer, bağırsak, mide ve akciğerler en iç tabaka olan endodermden neşet eder.
Her organın zahiri, bâtınında işletilen muntazam mekanizmaya uygun estetik bir elbise gibidir. Evvelde bir iken âhire doğru farklılaşarak “şikeste âyineler gibi pâre pâre” (kırılmış bir aynanın parçaları gibi) mahiyetlere bürünen bu hücreler, talim görecekleri organlara göre farklı ilahî isimlerin aynası haline gelir ve “trilyonlarca ayna olarak, aralarındaki birlik, beraberlik, uyum, âhenk, yardımlaşma ve dayanışma gibi hususiyetleri ve farklı ses, farklı nağme, farklı secâlarıyla (karakterleriyle), hep aynı mânâ ve mazmunu (kavramı) ifade ederler.”
Sırat-ı Müstakim Arayışı ve Muntazam Cereyan
Baş döndürücü bir nizamla ve fonksiyonlarına uygun bir formda inşa edilen bu muntazam organların en uygun bir şekilde ve birlikte işleyebilmeleri ise hassas ölçülere bağlanmıştır. Hatta hayat sebepler dairesinde bu dengelerin korunmasıyla devam eder, bozulmasıyla da son bulur. Vücut ısısı, pH dengesi, kan basıncı gibi nice değişken, iç ve dış unsurlara rağmen belli bir değer aralığında sabit tutulur. Zira ifrat ve tefrite kayıldığında çeşitli hastalıklar belirmeye başlar. İnsan vücudundaki bu “sırat-ı müstakim” arayışına “homeostaz” (dengeleşim) denir. Bu noktada akıl, Üstadının başka bir tevhit lisanı olarak tanımladığı intizamı bedeninde okuyabilmek için daha çok dikkat eder. Gözüne ilişen, kendisi ve çevresi sürekli değişim içinde olan bedenindeki hassas dengelerin korunması için sürekli gerçekleştirilen bir düzenleme ve denk getirme söz konusudur. Dostunun gözleriyle sezer ki “Birisi, intizamla o nizamı değiştiriyor ve tartıyla o mizanı tazelendiriyor.” Görür ki adeta âhenkle işleyen bir saat gibidir işler.
Üstadının “ıttırad lisanı” olarak ele aldığı bu hakikati akıl, dinamik bir sistem olan vücudunun periyodik yenilenişlerinde ve muntazam değişikliklerinde okur. Organların bütünlüğü ve mükemmel nizamı bozulmadan hücrelerin belirli zaman aralıklarında tamamen tazelenmeleri, hassas mizanların yeniden yeniye kurulmaları uğrunda “bütün organ, doku ve hücreler, kendilerine düşen vazifeyi hiç aksatmadan, apaçık bir gaye ve maslahat istikametinde ve vücudun yapısına, umumi düzenine, hatta herhangi bir yerindeki işleyişe en ufak bir zarar vermeyecek bir âhenk ve mükemmellik içinde sürdürürler.” Aciz ve şuursuz hücrelerin ve onlardan müteşekkil doku ve organların, büyük vazifeleri şuurluymuş gibi üstlenmeleri, bir nefer gibi bedenin umumî nizamını bilirmiş gibi hareket etmeleri ise, her işi hikmetle yapan, mutlak kudret ve ilim sahibi bir Zât’ın (celle celâluhu) vahdetine şehadet eder. Trilyonlarca hücreden yükselen “Allahu lâ ilâhe illâ Hû” şehadetinin gür sadası, akla bu hakikati dostunun kulaklarına ihtiyaç bırakmadan işittirir.
Aşkın Balına Parmağını Banmak
Yakaladığı tevhidi vicdanında da duymak isteyen akıl, Evvel-Âhir ve Zahir-Bâtın isimleri arasında mekik dokuyarak topladığı “nizam, mizan, intizam ve ıttırad lisanları”nın mânâlarıyla, yani çok hassas düzen ve ölçülere bağlı dinamik bir sistemi fark ederek kalbe döner. Kalb dostunu büyük bir neşeyle karşılayarak onu bağrına basar. Böylece aklın topladığı mânâlar kalbin bağrında petekleşmeye durur. İhsan edilen bu marifet peteklerini, kutsî bir balla dolduran Sultanlar Sultanı Hazreti Vedûd’dur. Ballar balına parmağını banan kalb, “itminana ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neşe, fakat tedbirli ve temkinli” bir edayla ahalisini vuslata çağırır. Ahali vicdanda toplanır, ballar balından şerbetler yapılır. Vuslat şerbetiyle ıslanınca dudaklar, yalnız O’ndan bahsedilmeye başlanır. Böylece aklın yakaladığı tevhit, kalbde aşk olarak duyulur. Bazen bu şerbetleri kalbin beyan sâkileri, başka kalblere de sunar. Bir kereliğine de olsa ballar balını tadan kalbler hep aynı nağmelerle coşar:
“Bak şu gedânın hâline
Bend olmuş zülfün teline
Parmağı aşkın balına
Bandıkça bandım, bir su ver!”
Gedâî
Dipnotlar