Felsefenin Öyküsü veya Hikmetin Yolculuğu

Tarihte felsefe kadar tanımı değişen ve istismar edilen başka bir alan yoktur. Felsefenin peşine düşüp bugünden geriye doğru onu tanıma yolculuğuna çıkarsak onun yaşadıkları karşısında şaşırabiliriz. Bu yazıda felsefenin bu şaşırtıcı macerasına şahitlik edeceğiz. Bu sırada tarihin kaydettiği üç büyük tercüme hareketine şahit olacağız. Aynı zamanda felsefeyi üç döneme ayıracak, birinci dönemi olan klasik felsefenin Immanuel Kant ile birlikte eleştirel felsefe dönemine girerek metafizikten kopuşunu ve ardından gelen “vahiyden kopuk felsefe”nin insanlara mutsuzluk getirişini göreceğiz.

“Hikmet sevgisi” demek olan felsefe, bilimlerin kendi alanlarına göre ayrıldığı Batı “aydınlanması”ndan önce ilahiyat dâhil olmak üzere neredeyse bütün bilim dallarını içine alan büyülü bir kavramdı. Felsefe özü itibariyle peygamberlerin öğretisine dayansa ve felsefecilerin büyük çoğunluğu Tanrı’ya inansa da felsefede akıl merkezde durur. Felsefenin herkesin üzerinde ittifak ettiği bir tanımı yoktur. Onu en genel şekliyle, “Var olanların gerçekliğini akla dayalı yöntemlerle keşfedip açıklamayı hedefleyen düşünce biçimi”[1] olarak tanımlayabiliriz.

Felsefede değişmeyen öz ve onu ortaya çıkaran itici güç; hikmet sevgisi, hakikat arayışı ve meraktır. Şüphesiz bu hikmet aşkını, hakikat arayışını içimize yerleştiren ve bin bir güzelliği ile her an bize göz kırpan evreni yaratmakla bu hakikat arayışımızı sürekli tetikleyen, Hakîm isminin sahibi Yüce Rabbimizdir. Zamanla sınırlı, her an yokluğu tadan bedene hapsolmuş, isteklerinin sonsuzluğu ile bu dünyalı olmadığı her hâlinden belli olan ruhumuz, duyular penceresinden keşfe çıkar dünya gemisinin güvertesinde. Varlığı, fark edelim diye sanatlı, hikmetli yaratan Allah (celle celâluhu), mikro ve makro âlemleri keşfedelim diye mikroskop ve teleskopu da bize ilham etmiştir. O (celle celâluhu), vahyettiği kitaplarıyla hem yarattığı varlığın hikmetini açıklamış hem de bu hikmeti öğretecek peygamberler göndermiştir. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, peygamberler kâmil birer mürşit olduklarından sadece manevî alanda değil, maddî alanda da insanların yol göstericileridirler.[2] Kur’ân-ı Kerim yüzlerce âyetiyle duyularımızı ve aklımızı kullanmamızı isterken, Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de aklımıza seslenmiş ve “Hikmeti bulduğunuz yerde yitiğiniz kabul edip alın.”[3] buyurmuştur. O’nun sünneti de en büyük hikmettir.

Klasik felsefenin kaynağına inersek, Roger Bacon bilginin, ikisi mükemmel, ikisi eksik olmak üzere dört defa dünyaya ulaştığını söyler: Patrikler, peygamberler ve büyük hakîm Süleyman eliyle mükemmel şekilde; Yunan dilinde Aristo ile, Arapça olarak da İbn-i Sina eliyle eksik olarak.[4] İmam Gazzali de felsefecilerin sözlerinin önemli bir kısmının kaynağının peygamberler olduğunu söyler.[5]

Gerçekten de bir Batı Anadolu şehri olan Milet’te doğan, Yunanistan’da politeist (çok tanrılı) bir toplumda gelişen felsefenin izini sürdüğümüzde, karşımıza doğudan üç nebevî kaynak çıkar: Biri, Hazreti Davud (aleyhisselam) döneminde yaşayan Hazreti Lokman’ın (aleyhisselam) hikmetli derslerini tahsil eden Empedokles, diğeri Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselam) talebelerinden ders alan Pisagor ve onun öğrencisi Hermes’in öğretileri.[6] Yeni Eflatuncu Ammonius “Eflatun, Yunanca konuşan Musa’dır.” der. Hristiyan Yahya en-Nahvî, Eflatun için Hazreti Musa’dan (aleyhisselam) ilham alarak felsefesini geliştirmiş bir filozoftur.” ifadesini kullanır.[7] Ancak felsefe mirası politeist Yunan’a yaptığı bu yolculukta ilahî öğretilerden ve hikmetten ilk kopuşunu yaşar. Daha sonra bu kopuşun olumsuz semptomlarından, bilim mirasını taşıma sırası kendilerine gelen Müslümanlar etkilenecektir. Şükür ki Müslümanların, yolundan şaşan felsefeyi rayına oturtacak Gazzalileri vardır.

İnsanlık tarihinin ilk önemli kültür aktarımı ve etkileşimi (MÖ 600–400 yılları arası) Aristo dönemine karşılık gelir. Aristo bu tercümelerden yararlanır. Batılılarca “Grek mucizesi” olarak adlandırılan dönem aslında bir ilk değil; Sümerler, Fenikeliler ve Mısırlılar gibi medeniyetlerden yapılan çevirilerle elde edilen bir sonuçtur.[8]

Dünya tarihinin şahit olduğu ikinci büyük tercüme hareketi, halifelerin muazzam destekleriyle gerçekleşen Pehlevice, Süryanice ve Grekçeden Arapçaya aktarılan bilgi transferidir. Bu dönem özellikle Bağdat’taki Beytü’l-Hikme (Bilgelik Evi) akademisiyle dillere destandır.[9] George Sarton, Bilim Tarihine Giriş kitabında, bu dönemi gıpta ile anlatır ve Müslüman bilim adamlarının gerçekleştirdiği yenilenmeyi “mucizevî” olarak niteler. Her 50 yıla damgasını vuran Müslüman bilim adamlarından yedisi, tarihin 350 yılını (750–1100) kıymetli çalışmalarıyla bilim çağı olarak insanlığa hediye etmişlerdir. Sarton, bilimsel katkıları ile Birûni’nin Aristo’yu aştığını söyler.[10]

Miladî yedinci yılın başlarında, ilahî mesajla karanlıktan kurtulan sahabe efendilerimiz ellerindeki nuru insanlığa ulaştırmak için dünyaya açılırken iki imparatorlukla birlikte kadim kültürlerle de tanışma fırsatı buldular. Fütuhatlardan sonraki yıllarda yerleşik hayata geçen Müslümanlar, politeist bir toplumdan gelse de felsefî mirası tercüme etmekte tereddüt göstermediler. Çünkü onların hikmet sevgileri ve kendi değerlerine güvenleri tamdı. Müslümanlar felsefî mirası insanlığa sadece taşımadılar, ona katkıda da bulundular. Üstelik onu, aydınlanmasını gerçekleştirmesi için İbn Rüşd eliyle Batı’ya hediye ettiler. Bütün bunlardan daha önemlisi Gazzali’nin düşünce dünyasına yaptığı katkı idi ki o, felsefeyi kritik ederek nebevî mirastan sonra ona bulaşan tortuyu temizlemiştir. Sokrat gibi Gazzali de felsefecilere felsefeyi sorgulama yolunu açtı. Böylece filozofların büyüsüne kapılıp haktan sapanları uyandırdı.

İmam Gazzali’nin kendi buhranlı düşünce serüvenini anlattığı El-Munkiz adlı biyografisi hem Doğu hem de Batı için Rönesans’ı tetikleyici bir eserdir. Batılı araştırmacılar Gazzali’nin René Descartes’a etkisini pek aktarmazlar, ancak George Henry Lewes, El-Munkiz ile Metot Üzerine Konuşma kitapları arasındaki şaşırtıcı benzerlik için, “Eğer El-Munkiz’ın Descartes döneminde bir tercümesi olsaydı herkes bu hırsızlığa isyan ederdi.” demekten kendini alamaz.[11] Gazzali’nin aklı kritik etmesi herkesi derinden etkilemiştir. Gazzali, El-Munkiz ve Tehafüt adlı eserlerinde, yaratılan varlık üzerine çalışan felsefenin, Yaratıcı hakkında vahiyden bağımsız düşünmesinin sakıncalarını çok güzel ortaya koymuştur.

Gazzali ilham verici biyografisinde kendi düşünce serüveninde gerçek bilginin peşine düşüşünü anlatır. Felsefe gerçek bilgi için onu iki adrese yönlendirir; duyu organları ve akıl. Yaptığı gözlemlerle duyu organlarının bazen yanılttığını fark eder. Onların sınırlı olduğunu görür. Akla müracaat eder. Rüya görüyoruz der, rüyada uçarız, ama bunu yadırgamayız. Demek ki rüyada rüyaya göre bir akıl vardır. Hadis diye aktarılan “İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar.”[12] ilham verici beyanını hatırlar. Gazzali aklın fizikî dünya ile olan ilişkisini çözmüştür artık. Bize bu dünyada, dünyaya göre bir akıl verilmiştir. Bir şeyin akla ters olması veya aklı aşması, onun olmaması anlamına gelmez. Akıl bir rehbere muhtaçtır. Fakat sorun şimdi daha karmaşık bir hâle gelmiştir. Ne duyular ne de akıl, insana mutlak doğru yolu gösterebilmektedir. Her taraf karanlıktır. Sonunda iman sayesinde “Allah’ın içine attığı nur” ile her taraf aydınlanır ve gerçek bilgiye ulaşır. Gözümüz dünyayı nasıl güneşin ışığı ile görüyor, karanlıktan kurtuluyor ise aklımız da vahiyle ulaştığımız iman nuru sayesinde aydınlanmasını gerçekleştirecektir. Şu âyeti okur: “Allah kimin kalbini İslam’a açarsa, o Rabbinden bir nur üzerinedir.” (Zümer, 39/22). Varlık, vahyin yol göstericiliği ile okunduğunda karanlıklar son bulur. Aklın konusu bilimler vahyin ışığında aydınlanır. Gazzali daha çok dini ilimlerin ihyası ile ilgilenir ve İhyâü Ulûmi’d-Dîn’i yazar. Bu çekirdek düşünceyi daha sonra mânâ-i ismî ve mânâ -i harfî kavramlarıyla sistemleştirmek Bediüzzaman’a nasip olacaktır. Onun ihyası hem dinî ilimleri hem de modern bilimleri içine alacaktır.

Üçüncü büyük tercüme hareketi ise 12. yüzyılda Endülüs ve Sicilya üzerinden Batı’da gerçekleşir. Büyük oranda İbn Rüşd’ün kitaplarıyla Batı’ya intikal eden düşünce mirası, oraya beraberinde Aydınlanma ile birlikte büyük çatışmalar da götürür. Bu arada tarihte görülmeyen bir şaşırtıcı gelişme gerçekleşecektir; bilim teknoloji ile ayrı bir büyü kazanır. Müslüman dünyada felsefe ile yüzleşen Gazzali felsefî düşünceye, kendisini gösteren bir ayna tutmuştu. Filozoflar o aynada vahiyden uzaklaşan aklın aldığı şekli görmüş oldular. Metafizik konularda vahiyden kopma, pasif bir uluhiyet inancını doğurmuş, bu da Allah ile kulları arasındaki münasebete ciddi zarar vermiştir. Batı’da ise durum çok daha farklı olmuştur.

Üçüncü büyük tercüme hareketi ile Batı’ya giriş yapan felsefe, Aydınlanmacı filozoflar ile Kilise’nin kavgasına şahit oldu. Kilise’nin sadece İspanya’da 32 bin insanı yaktığını okuyunca gerilimin ağırlığını hissedebiliriz. İşte Kant bu kavganın kavşağında gelmiştir. Aydınlanmacılarla Kilise arasında kalan Kant, klasik felsefe dönemini kapatıp eleştirel felsefe döneminin başlamasını temsil eder. O zamanlar onun ne yaptığı tam olarak anlaşılmamıştır. Devrinin kafa karışıklığı onun yazılarına da yansımıştır. Felsefeciler Kant’ı anlama yarışına girerler. Herkes onu kendi safına çekmeye çalışır. Gazzali gibi Kant da bilginin sınırları ile ilgilenir. Kant dünyayı, kendi içinde olduğu gibi bilemeyeceğimizi iddia eder. Ona göre ne ideler ne de gerçek dünya vardır. Dindar bir ailede yetişmiş, dinin insanlara kazandırdığı ahlâkı görmüştür. Dinden vazgeçemez, ancak “Tanrı akılla ispat edilemez.” der. Niyetini bilemeyiz, ancak fikirleri ateizmin tohumlarını taşır. Nietzsche’nin sevinç çığlıklarını duymamak mümkün değildir. Felsefe Kitabı’nda şöyle denir: “Eğer Tanrı öldüyse, cesedi tesadüfen bulan Nietzsche olmalıdır; cinayet silahının üzerinde parmak izleri olansa Kant.”[13] Kant, akılla Tanrı bilinmez deyince Nietzsche hemen inkârı bayraklaştırır.

Kant ile birlikte felsefenin üçüncü döneminin harekete geçmesinin işareti verilmiş olur. Bu, insanlık tarihinin en korkunç dönemidir. Pozitivist çağa girilir. Felsefe nur ile buluşamayınca Yunan’dan sonra vahiyden, hikmetten bir kopuş daha yaşar. Fakat bu kırılma, tarihin kaydedeceği en büyük kırılmadır. Bediüzzaman tarihte benzeri görülmedik, bilimle gelen bu inkâr çağının fikirleri ve temsilcileriyle ilk olarak paşaların konağındaki kitaplarla, sonra İstanbul’a giderek bizzat tanışır. Onun ifadesiyle artık “dini tanıyan gerçek felsefeciler” gitmiş, onun yerine “hak yoldan sapmış, şeytanlaşmış, firavunlaşmış felsefeciler” gelmiştir. Bu felsefecilerin insanlara teklif ettikleri yeni din, pozitivizm/bilimperestliktir. Peygamber’i de Comte’dur. Comte hemen “yeni din” pozitivizmin ilmihalini yazar. Ona göre bundan sonra dinlerin vadettiği huzuru bilim getirecektir. O dönemlerde Batı’da her yer “izm”lerden geçilmez. Volter dinin sonunun geldiğini söyler. Nietzsche “Tanrı öldü!” der. Kant zaten aydınlanmayı “Bilmeye cüret edin, kaderin dizginlerini elinize alın.” diye tanımlamıştır. Marx, “Din afyondur, tarihin esas anlamı sınıf mücadelesindedir, komünizme ulaştığımızda tezatlar bitecek, ütopyamız az ileride, cennetimize az kaldı.” der. Freud dindarlığın bir nevroz hâli olduğunu, dinin insanın temel içgüdüsü olan cinselliği bastırmak için tasarlandığını, insanın bilgiye ulaştıkça dini bırakacağını söyler. Evrim teorisi zaten Tanrı’nın yaratmadığını “ispatlamış”, her şey kendi kendine olmuştur!

Bu durum çok uzun sürmez, Batı’nın bu pozitivist rüyası kâbusa dönüşür. Beklendiği gibi bilim umumî bir mutluluk getirmez. Aksine kaos, kan, zulüm, acı ve ölüm de getirir. Batılı tarihçilerin “mega katliam yüzyılı, en uzun yüzyıl, aşırılıklar yüzyılı”, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de bir hadisten hareketle “Şeytan Çağı” olarak tanımladığı 20. yüzyıl, metafizikten kopuşun bedelini çok ağır öder. Hikmetten ve değerden yoksun toplumlar, siyasilerin savaş oyunlarının mahkûmu olur. Bu dönemde savaşlarda öldürülen insan sayısı 187 milyondur. Kalanlar da ruhen yıkılmıştır. Batı II. Dünya Savaşından sonra bir sorgulama diyebileceğimiz postmodern döneme girer ve o sorgulama hâlâ devam etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri, yarım asırdan fazla bir süre, kan ter içinde, akıl ile vahiy, felsefe ile din ilişkisinde, mektep ve medreseyi buluşturma yolunda, Medresetü’z-Zehra projesini hayata geçirmek için koşmuştur. O bu projeye hayatını adadı. Zira o diyordu ki “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Fethullah Gülen Hocaefendi de “kendi kıstas ve kriterlerimiz içinde bir felsefe” arayışı içindedir. O, önceki felsefî gelenekten ayrı olarak “kökleri semalara dayanan, ezel kadar eski ve her çağı kucaklayacak kadar da yenilerden yeni bizim hikmetler manzumesi düşünce sistemimiz ve hayat felsefemizin” özlemiyle yaşar. Zira “Böyle bir yorum ve tefsir kendi esprisiyle kavranabildiği takdirde, bugün de kendi düşünce sistemimizi ortaya koymamız mümkün olacaktır ki bu aynı zamanda, dünya çapında en ciddî yenilenmelere vesile teşkil edecek ve çok zengin yollar açacaktır.”[14]

Dipnotlar

 

[1] Mahmut Kaya, “Felsefe” maddesi, TİA.

[2] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 278.

[3] Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Zühd, 15.

[4] Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi, İstanbul: Çıra Yayınları, 2014, s. 392.

[5] Gazzali, El-Munkiz mine’d-Dalâl, Ter.: Hilmi Güngör, Ankara: Maarif Basımevi, 1960, s. 37–38.

[6] Kaya, a.g.e.

[7] Bulaç, a.g.e., s. 24.

[8] Muhittin Macit, “Tercüme Hareketleri” maddesi, DİA.

[9] Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020, s. 63–83.

[10] George Sarton, Introduction to the History of Science, I-V, Baltimore: Carnegie Institution of Washington, 1927, V. I, s. 520–783.

[11] Mustafa Çağrıcı, “El-Munkiz mine’d-Dalâl” maddesi, DİA.

[12] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 7/52; Aliyyülkârî, El-Masnû’, s. 199.

[13] The Philosophy Book, London: Penguin Random House, 2011, s. 220.

[14] M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 132.

Bu yazıyı paylaş