Allah’ın (celle celâluhu), Nebîler Sultanı Efendimiz ile (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderip hükmü kıyamete kadar devam edecek İslam dininin getirdiği ölçüler o kadar sağlamdır ki insan o ilahî ahlak ile ahlaklandığı taktirde, dünyada birtakım mahrumiyetler yaşasa bile ruhen, kalben ve aklen itminan ve huzur içinde olacaktır.
Din-i Mübin-i İslam’ı yok edecek bir kuvvet yoktur, çünkü onun muhafızı bizzat Allah’tır. Nitekim Kur’ân-ı Azimüşşan, “Hiç şüphe yok ki o zikri, (Kur’ân’ı) Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz.” (Hicr, 15/9) buyurmaktadır.
Allah’ın hayatın devamına vesile yaptığı, sonsuz keremiyle ihsan ettiği hidrojen, oksijen, karbon ve azot gibi nimetler, şuur, akıl ve irade gibi manevî donanım, el-ayak, göz-kulak, dil-dudak, boğaz ve mide gibi bütün organları düşünelim… İnsanın bu sayısız nimetlerin hiçbirinde tırnak kadar hakkı yoktur.
Bu ihsanlar karşısında insanın, teşekkür hisleriyle oturup kalkması gerekirken onları âdeta yolda bulmuş gibi israf etmeye, hor kullanmaya hakkı ve yetkisi de yoktur. O, bütün bu uzuv ve latifeleri, yaratılış gayesi istikametinde kullanmak zorundadır.
İnsan, böylesine nimetler denizinde yüzerken ölçüyü ve dengeyi korumakla mükelleftir. Önemli olan o nimetler varken onların kıymetini bilmesi ve şükürle mukabelede bulunmasıdır.
Nitekim Cenab-ı Hak, “Ve düşünün ki Rabbiniz, şöyle ilan buyurdu: ‘Eğer şükrederseniz, Ben nimetlerimi daha da artırırım, ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki azabım pek şiddetlidir!’” (İbrahim, 14/7) buyurmaktadır.
İnsanın vazifesi, kâinatta ve insanda Allah’ın yarattığı sanat harikalarına bakıp mühr-ü ilahîyi müşahede etmektir. İnsan; aczini, zaafını ve fakrını fark edip şükran hisleriyle dolmalı, Allah’ın azameti karşısında iki büklüm olup secdeye kapanmalıdır.
İnsan, maddî ve manevî nimetleri nıkmete (cezaya) çevirmemelidir. Nimetin kıymetini takdir edememek, aklın değerini anlayamamak ve nıkmet içinde boğulmak; onun âhiret hayatı için müthiş bir kayıptır.
İnsan, Allah’ın nimetlerine sahip olduğu hâlde, enâniyetin esiri olmamalı, “Ben yaptım, ben ettim.” deme gibi bir talihsizliğe düşmemeli, aczin ve zaafın idrak ve şuuruyla Hâlık-ı Zülcelâl’i tanımalı ve O’nun emri ve rızası doğrultusunda dünya ve âhiret hayatını bereketlendirmelidir.
İnfitâr sûresi 6, 7 ve 8. âyetlerde Cenab-ı Hak; “Ey insan, nedir seni o kerim Rabbin hakkında aldatan? O değil mi seni yaratan, bütün vücud sistemini düzenleyen ve sana dengeli bir hilkat veren. Ve seni dilediği bir surette terkip eden?” buyurarak insanın yaratılışındaki harikulade inceliklere dikkat çekmekte, şuur ve tefekkür ufkunu genişletmektedir.
Kabiliyetleri Yerinde Kullanmak
İnancı olduğu hâlde, hesap verme şuurundan mahrum olan, bencil ve kendine güvenen, başkalarına ihtiyaç hissetmeyen, insanlarla aynı gemide bulunduğunun farkında ve mesuliyetinde olmayan, şahs-ı manevî havuzunda enâniyetini eritmeyen insan; her olumsuz hâdisede, şayet Yaradan’la irtibatı zayıfsa her an ye’se düşüp kaybedebilir.
Onun için insan, Allah’ın kendisine emanet ettiği kabiliyetleri en iyi, en isabetli şekilde kullanmak zorundadır. Başarıları kendi nefsine değil, Allah’ın inayetine bağlamalıdır. “Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa, 4/79) ilahî beyanı unutmamalıdır.
Böyle inanır ve böyle davranırsa insan, yeni nimet ve başarılara davetiye çıkarmış olur. Böyle bir iman sahibi insan, güçlüdür, morali yüksektir. Daha büyük başarılara imza atar. Elde ettiği başarılarda kendisini muvaffak kılan kaynağın farkında olur.
Bencillik ise bir hortuma benzer. Ene hortumu, insanda ne kadar iyi duygular, güzel hasletler varsa, hepsini önüne katıp götürür ve faydasız hâle getirir.
Sabır ve Ümit
Hak dostları, gönül mimarları; başarıdan başarıya koştukları, üst üste kazandıkları zaman, bir taraftan imtihan geçiriyor olma endişe ve şuuruyla korkar ve ürperirler; diğer taraftan da Allah’ın inayetiyle mazhar oldukları muvaffakiyetlere, sağanak sağanak üzerlerine inen nimetlere mukabil şükran hisleriyle dolar, boşalır ve hâllerine şükrederler.
Onlar kaybettiklerinde sabretmesini bilir, asla ye’se düşmezler. Ümitle ve azimle, zaman israfına girmeden, gıybet ve dedikodu yapmadan, Allah’ın sonsuz nimetleri karşısında nankörlük etmez ve devamlı hamdederler.
Rabbimizin paha biçilmez öyle nimetleri vardır ki bunları inanmış bir gönül hiçbir zaman hafife alamaz. Onlara kendi nefsi adına değil, Allah hesabına sahip çıkmalıdır.
“Ama nezdinde, kitaptan ilim olan bir zat da: ‘Ben, sen gözünü açıp kapamadan onu getirebilirim.’ der demez, Süleyman, Kraliçenin tahtının yanı başında durduğunu görünce: ‘Bu, Rabbimin lütuflarındandır. Bu şükür mü edeceğim, yoksa nankörlerden mi olacağım diye beni sınamak içindir. Şükreden sadece kendi lehine olarak şükreder. Nankörlük eden ise bilmelidir ki, Rabbim onun şükründen müstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur, ihsan ve keremi boldur.’” (Neml, 27/40).
Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) oturduğu yer olan Filistin ile Sebe krallığı arasında yaklaşık 2000 km vardı. Neml sûresinde anlatıldığı gibi, bir kuvve-i kudsiye ile ledünniyâta vâkıf bir zat, mucize olarak Sebe melikesinin tahtını getiriverince, Hazreti Süleyman (aleyhisselâm); “Bu, Rabbimin lütuflarından biridir.” diyerek, Allah’a karşı saygısını ifade etmiş, nimetlere teşekkür edilmesi gerektiği konusunda bizlere örnek bir davranış sergilemiştir.
İmtihan Vesileleri
Hazreti Üstad dikkatlerimizi çekerek bizlere şöyle seslenmektedir: “Aklı başında olan insan, ne dünya umûrundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor; sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahâzâ, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!”[1]
Mü’min için kazanmak da kaybetmek de bir imtihan vesilesidir. İnsan kaybettiği zaman isyan etmez ve sabreder, kazandığı zaman da şımarmaz ve şükreder. Âhirette hangisinin lehine veya aleyhine olacağını kestiremez. Onun için mü’minin, yaptığı ve yapacağı her şeyin Allah’ın rızasına uygun olup olmadığına bakması, her şeyi ihlâs ve samimiyetle yerine getirmesi ve kendini kontrol etmesi gerekir.
İnsan başarılarına sevinebilir ve kaybettiklerine üzülebilir. Böyle anlarda insan, Cenab-ı Hakk’a yönelmeli, isyan ve şımarıklığa girmemeli, “Minnet ve şükran sadece sana Allah’ım.” demelidir.
Allah (celle celâluhu), neticeyi yaratan, insanı o işe sevk eden Zât’tır. Bazen şer gibi görünen hâdiselerin neticesi güzeldir. Nitekim, “Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) âyet-i kerimesi bu hakikati dile getirir.
Kur’ân-ı Mûcizü’l-Beyan’da Cenab-ı Hak; “Allah her şeyi güzel şekilde yarattı.” (Secde, 32/7) buyurmaktadır. Üstad Hazretleri de “… her şey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.”[2] demektedir.
İnsanın en güzel, parlak ve bereketli yönü, Allah ile irtibatını samimiyetle devam ettirdiği yönüdür. İnsanın Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan en büyük rıza makamına ulaşabilmesi, akıl ve iradesini Kitap ve Sünnet çizgisinde değerlendirmesine bağlıdır.
Yazımızı Üstad Hazretlerinin şu enfes değerlendirmeleriyle noktalayalım: “Ey fahre meftûn, şöhrete müptelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bî-hemtâ (benzersiz) sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâvâ ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Hâlbuki sen, dâim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-ü ihtiyârın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzûdur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbînliktedir (kendi menfaat ve lezzetini düşünmekte değil, Cenab-ı Hakk’ı tanımaktadır).”[3]
Dipnotlar
[1] Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 119.
[2] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 426.
[3] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 243.