O akşamki acil nöbeti oldukça sakin geçiyordu. İki meslektaş, doktor odasında kahve içip sohbet ediyordu. Genç olan bölüme başlayalı daha iki hafta olmuştu, ama yeni ortamına çoktan alışmıştı. Kıdemli nöbet arkadaşına sürekli sorular soruyordu. O da her sorusuna hem son derece sakin bir biçimde hem de ayrıntılı cevaplar veriyordu. “Keşke bütün nöbetlerimi Kerim abi ile tutsam.” diye geçirdi içinden. O sırada kapı çalındı ve hemşire hanım bir hastalarının olduğunu söyledi. Birlikte hastanın yanına gittiler. Yatakta, yüzünün hâlinden ızdırap çektiği belli olan bir erkek hasta yatıyordu. Dr. Kerim, “Geçmiş olsun.” diyerek kendini tanıttı ve hastası ile konuşmaya başladı. İlker Bey bir taraftan onları dinliyor, bir taraftan da not alıyordu.
52 yaşındaki erkek hasta, birkaç saat önce başlayan sol kol ağrısı ile gelmişti. Hastanın ifadesine göre, o gün bahçede odun kırmış ve kolunu çok zorlamıştı. Kerim Bey hastaya ağrısının vasfını, daha önce bu tarz bir ağrı geçirip geçirmediğini, başka bir hastalığının tespit edilip edilmediğini, alkol, sigara tüketimini, ailede kalb hastalığı teşhisi almış ya da erken yaşta vefat etmiş bir yakınının olup olmadığını sordu. Sonra İlker Bey’e “Hastamızla ilgili ne düşünüyorsun?” diye sordu. İlker Bey, “Hastamız kolunu zorladığı için kas ve eklem kökenli bir ağrı olabilir, ama hikâyedeki risk faktörlerini düşününce kalb kökenli bir ağrıyı mutlaka göz önünde bulundurmak gerek.” diye cevap verdi. Dr. Kerim, “Haklısın.” diyerek başını salladı ve şunları ekledi: “Şu ana kadar hastamızı dinledik, şimdi bir de bedenini dinleyelim. Bakalım o bize neler söyleyecek. Biliyorsun ki birini suçladığın zaman ya bunun delillerini göstermelisin ya da şahitleri dinlemelisin.”
İlker, o an kendini sadece bir hekim gibi değil aynı zamanda bir dedektif gibi hissetti. Bu arada Kerim Bey hastayı muayene etmeye başlamıştı. Önce hastanın kolunu kontrol etti, stetoskop ile göğsünü ve sırtını dinledi, ayaklarına baktı. Muayeneyi bitirince, “İlker Bey, hastamızın EKG’sini çekelim hemen. Hemşire hanım, damar yolunu açalım ve yazacağım tetkikleri acil gönderelim.” dedi ve laboratuvar istek formunu hızlıca doldurdu. İlker Bey, EKG (elektrokardiyografi) cihazını hastanın yanına getirdi; kol, bacak ve göğsüne elektrotları yerleştirdi ve düğmesine bastı. Cihazın çalışması ile makinanın ucundan uzun bir şerit çıkmaya başladı. Kerim Bey kâğıdı eline alıp incelerken bir taraftan da “Bakın, hastamızın V4-V6 derivasyonlarında ST yükselmesi var. Bu, hastamızın akut miyokart enfarktüsü (kalb krizi) geçirdiğini ve kalbin ön kısmının bu krizden etkilendiğini gösteriyor. Hemen anjiyo ünitesine haber verelim, hastayı devralsınlar.” dedi ve ardından ilgili birimle kısa bir telefon görüşmesi yaptı. Dakikalar içinde gelen anjiyo ekibi, hastayı götürdü. Doktor odasına doğru giderken İlker Bey’in içinde hayatî riski yüksek bir hastaya zamanında müdahale edebilmiş olmanın sevinci vardı. Biraz sonra laboratuvardan gelen bir arama ile hastanın tahlil sonuçlarının da yüksek çıktığını öğrendiler.
Dr. Kerim, “Bak İlkerciğim hastanın dokuları da kalb krizi teşhisini doğrulamış oldu böylece.” “Evet abi, sanki organlar bizimle özel bir dil aracılığı ile konuşuyor.” diye cevapladı o da. “Aynen öyle. Hekimlik de bu dili öğrenme ve icra etme sanatıdır. Allah’ın (celle celâluhu) Şafi isminin kapısını çalma âdâbı vardır. Hekimlik bu âdâbı bilmektir. Doğru tedaviyi verebilmek için önce doğru teşhisi koymamız gerekir. Hekimlikte ayrıca Allah’ın kelam sıfatının da tecellisi var bence. Çünkü hasta bize geldiğinde önce kendisiyle konuşuruz ve onun anlattıklarından vücudun hangi organı ile daha ayrıntılı konuşmamız gerektiğinin ipuçlarını yakalamaya çalışırız. Muayene sırasında ise hastanın organları ile konuşuruz. Her organın kendine has bir dili vardır ve bu dili bilirsek ne dediğini anlayabiliriz. İnsan bedeni öyle harika yaratılmış ki onun dilini öğrenmek için altı yıl yetmiyor, bir de her organ hakkında ihtisaslaşmak için eğitime devam ediyoruz. Mesela hastamızın kalbini dinlemek için göğsüne dayadığımız stetoskop; sıradan insanların kulağına ‘tik-tak’ seslerini iletirken, uzman bir kulağa, hastanın kalb kapakçıklarındaki bir darlığı, yetmezliği veya karıncıklar ya da kulakçıklar arasındaki bir deliğin varlığını fısıldar. Teşhis koymamıza yardımcı olan EKG ile kalbin elektriksel aktivitesini ölçeriz. Bu sayede sadece kalbin ritmini ve hızını değerlendirmekle kalmaz, akut ya da geçirilmiş kalp krizine dair belirtileri de görebiliriz. Son yıllarda kalbin elektrofizyolojik çalışmalarında o kadar ileriye gidildi ki sadece bu alan bile başlı başına bir dal oldu.”
İlker Bey çok heyecanlanmıştı. Daha önce hasta muayene etmeye ve tahlil sonuçlarını değerlendirmeye hiç bu açılardan bakmamıştı. “Peki, kan tetkiklerini nasıl yorumlayacaksınız abi?” diye sordu. Dr. Kerim, “Hastanın kanında, kalbin kas hücrelerinden gelen ve kas hasarını ortaya koyan enzimler ve proteinlere baktık. Onlar da bize hücrelerden haber getirdiler. Onların seviyelerine göre hastanın kalb krizi geçirdiğini teyit ettik. Bu değerlere bakarak krizin süresini bile yaklaşık olarak tahmin ediyoruz. Yani sadece zahire bakarak hüküm vermedik, sahip olduğumuz ilim vesilesi ile olayların bâtınına da vâkıf olabildik.” diye cevap verdi.
İlker Bey, kalbi değerlendirmede kullandıkları diğer yöntemleri düşündü. Ultra ses dalgalarını kullanarak yaptıkları ekokardiyografide kalbin anatomik olarak yapısını, yani kapakçıkları, karıncık ve kulakçıkları değerlendiriyorlar, yaptıkları ölçümler ile kalbin pompa görevini hangi seviyede yerine getirdiğini tayin ediyorlardı. Bir de sintigrafi tetkikiyle ilgili kalb bölgesinde canlı doku olup olmadığına bakılıyordu. Anjiyografide ise kalbi besleyen damarlar incelenip nerede darlık olduğu tespit ediliyor; hangi damarın tıkalı olduğuna, hastaya stent takılmasına ya da cerrahî yöntem kullanılarak “bypass” yapılmasına karar veriliyordu.
Bunun gibi aslında her bölümde, ilgili organ ile konuşmak için özel muayene usulleri, organa özel tetkik ve tahliller vardı. Mesela nörolojik sistemin muayenesi, kullandıkları teşhis yöntemleri ve aletleri de çok farklıydı. Onlar da beyni değerlendirmek için özel cihazlar kullanıyorlardı. EEG (elektroensefalografi) adı verilen işlem ile beynin elektriksel dalgalanmaları ölçülerek, beyin fonksiyonlarını zedeleyen hastalıkların tespiti yapılıyordu. Test neticeleri, diğer branşlardaki hekimler için karmaşık eğrilerden başka bir şey değilken bu dili bilen nörologlar için “alfa, beta, gama, delta ve teta dalgaları” adını alıyordu.
Adlî tıp hekimlerinin yaptığı iş daha da ilgi çekiciydi. Muhatapları konuşamıyordu, ama onlar, otopsi sırasında inceledikleri cesedin organları ve dokuları ile konuşarak maktulün ölüm sebebini, hatta ölüm vaktini tespit ediyorlardı.
Dr. Kerim, “Hiç düşündün mü İlker, hikmet diyarı olan dünyada organlar kendilerini bu kadar ayrıntılı ve zengin bir dil ile ifade ediyor ise, Allah’ın kudret sıfatının hükmünü icra edeceği âhiret yurdunda azalarımızın konuşmaları nasıl bir keyfiyette olacak?” diye sordu.
İlker Bey internette kısa bir araştırma yaptı, konu ile ilgili âyetleri buldu ve sesli bir şekilde okudu: “Nihayet oraya ulaştıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları işleri söyleyip kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.” (Fussilet, 41/20). “Bugün mühür vuracağız ağızlarına, elleri bize söyler, ayakları şahitlik eder, kendi yaptıklarına.” (Yasin, 36/65).
İlker Bey, “Enfeksiyon hastalıklarında, kanda üretilen antikorlar aracılığı ile yıllar sonra bile hastalığa dair ipuçlarına rastladığımız gibi, günahlar da izler bırakıyor mudur acaba?” diye sordu.
Dr. Kerim şöyle cevap verdi: “Efendimiz Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), arkadaşlarının gıybetini yapan iki kişiye, ‘Ben o kardeşinizin etini, dişlerinizin arasında görüyorum.’[1] buyurmuş. Demek ki günahlar, bazı manevî emareler bırakıyor. Başka bir hadis-i şerifte ise, ‘Günah işleyenin kalbinde siyah bir nokta hâsıl olur. Eğer tevbe ederse, o leke silinir. Tevbe etmeyip tekrar günah işlerse, o leke büyür ve kalbini kaplar, kalb kapkara olur.’[2]buyruluyor. Tedavi edilmeyen ya da sürekli tekrarlayan hastalıkların kronikleşerek tedaviye daha dirençli bir hâl alması gibi, ‘kronik günahlar’ da manevî hasarlara sebep oluyor. Tedavi sonucu sekel[3] bırakmaksızın iyileşen ve arkasında iz bırakmayan bazı hastalıklar gibi, samimi tevbeler vesilesiyle manevî kalbdeki lekeler de siliniyor olabilir.”
Bir hastanın şikâyetinden aldıkları ilham ile başlattıkları sohbet, onları nerelere getirmişti. Belki de bir hekimin tefekkürü böyle olmalıydı. O sırada kapı çalındı. Hemşire hanım, acilde bekleyen yeni bir hastanın olduğunu söylemek için gelmişti. İkisi birden yerlerinden doğruldu.
Dipnotlar
[1] İbn Kesîr, Tefsir, iv, 231.
[2] Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 83.
[3] Hastalık sonrası görülen işlev veya doku bozukluğu.