Hak erlerince, Allah’a kulluğunu dünyevîliğe bağlayan, nifaka açık bir âbid ve Cennet mahrumu; Cennet dâhil uhrevî nimetlere dilbeste olan kimse, kurbet ve vuslat mahrumu bir sıradan; dünya ve mâfîhâyı kalbinden çıkarıp atan, oturup kalkıp öteleri ve ötelerin ötesini heceleyip duran ve bütün benliğiyle hayatını ötelere göre dizayn eden de bir zâhiddir. Böyle biri çok mubah şeylere dahi mesafeli durmaya çalışır ki buna “zühd-ü şer’î” denegelmiştir. Bu seviyedeki bir zâhid, sahip olduğu şeylerin varlığını-yokluğunu bir bilir; ne dünya ve mâfîhâ adına elde ettiği şeylere gönül kaptırır, ne de onların yok olup gitmeleri karşısında teessür duyar; “O verdi, O aldı!”mülahazasıyla kalb balansını hep bu ayarda tutma ihtisaslarıyla oturur kalkar. Bu zâhidlerin dünyevîliklere karşı duruşları böyledir ama onlar Cennet ve hûri-gılmânla da alakalıdırlar.
Bu mevzuda nihai hududa im’ân-ı nazar ve konsantrasyon, âşıklara Hakk’ın hususi atiyyesidir. Âşık,
“Cennet Cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç hûri,
İsteyene ver ânları,
Bana Seni gerek Seni.”(Yunus Emre)
der, duygularını böyle dillendirir ve görülmeyi görüyor olma rasathanesine çevirme heyecanıyla çırpınır durur. Kadîmden beri O’nunla irtibatlarını aşk yörüngesinde sürdürenler hep böyle bir âh u zârla nefes alıp vermişlerdir. Bir küçük örnek hiç ana olmamış analar anası Râbia Adeviye’den:
“Ben dünyada başka değil hep Seni yâd etmeyi, ahirette de yalnız rü’yet-i cemalini diliyor ve dileniyorum. Senden istediğim ne kudret helvası ne de bıldırcın piryânı; benim biricik muradım yalnız Sensin, Sen!.. Bana dünyayı da versen ukbâyı da versen, gönlüm yalnız ve yalnız rü’yetinle mutlu olacaktır.”
Bir Hak dostu bu sevgi sermestîsini zâhid ile âşık farklılığına bağlı şöyle seslendirir:
“Zâhidin gönlündeki Cennet’tir temennâ ettiği,
Âşık-ı dilhastenin gönlündeki Dildârıdır.”
Bu açıdan ubûdiyetin ubûdete açık önemli bir buudu olan zühd, aşk karşısında bir kaç adım geride kabul edilmiş ve meselenin tamamiyeti aşk u iştiyak-ı likâullaha bağlanmıştır. Buna göre zâhid, dünya ve mâfîhâyı kalben ve fikren terk etmenin yanında, hayatını ihlas yörüngeli sürdüren, her davranışında Hak hoşnutluğunu gözeten, ömrünü ukbâ güzergâhında tüketen, “sermaye ve azık” denince de ibadet ve ubûdiyetle kalbi atan ama Cennet ve ötesi şeylere de kalben açık bulunan bir âbid-i kâmildir.
Âşık ise birkaç kadem önde, dünya ve mâfîhâ yok kalbinde ve düşünce dünyasında; sermayesi dua, tazarru ve gönül iniltileri; yolu terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî ve terk-i terk; iç ihsasları ve ihtisaslarıyla bütün beklentisi rü’yet ü rıdvân ve maiyyet-i Sübhân, bir âbide-i bîmisâldir. O, cismaniyet, duygu ve düşünce itibarıyla kendini hatırlatınca min vechin hatırlayan öyle bir hayret ve heymân kahramanıdır ki, özünü ilahî tecelli ve vâridler çağlayanına salmış, dünyaya da ukbâya da bütün bütün kapılarını kapamış bir merd-i bîmisâldir. Zâhidin, bütünüyle dünya ve onun güzelliklerine kapı kapama ahd ü peymânında bulunmasına karşılık; âşık,
“Cânân dileyen dağdağa-ı câna düşer mi?
Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi?!.” (Nigârî)
mülahazasıyla şahlanmış, bütün iç ve dış sistemleriyle teveccüh, nefehât, üns, kurb his ve heyecanıyla yalnız O’nun için yanıp tutuşmaktadır.
Bazı zühd üstü zâhidler de, âşıkların bir kaç adım gerisinde bulunsalar da, bütün bütün cismânî arzulardan sarf-ı nazar ederek varı yokla becâyiş etmek suretiyle âşıklar ufkunu temaşa zirvesine ulaşmış sayılırlar. Niyazi Mısrî bu payeyi dillendirme adına ne hoş söyler:
“Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eyledim, gördüm ki ağyâr kalmadı.”
Âşığa nispeten, zâhid için dünyada cismânî ve bedenî rahatlık söz konusu olmasa da uhrevî hayata ait lezâiz, Cennet ve niam-ı cinân çok zaman vârid-i hâtırdır. O, yer yer dünyevî huzûzâta karşı kapanır, dünyaya ve dünyevîliklere karşı -iftar ötelerde- oruçlu gibi yaşar ve Allah’tan gafil olmamaya çalışır ama göz ucuyla da olsa uhrevî lezâizi bütün bütün gönlünden çıkarıp atamaz. Ruh-i insana dünyanın dar geldiğinin farkındadır. Kalbinin atışlarında çok defa,
“Gel yakînle kanatlan, süzül enginlere,
Ruhuna dar gelen eb’âda takılma!..”
his ve heyecanı duyulur ama onun aşkla hemhudut hale gelmesi için birkaç adım daha atması iktiza etmektedir. Bu, dünya ile alakasını kestiği gibi ahiretteki cismânî ve bedenî zevklere de bütün bütün kapanmasına ve en sonunda topyekün ağyârdan uzaklaşarak ruhunun soluklarında,
“Âfitâb-ı hüsn-i hûbân âkıbet eyler üfûl
Ben muhibb-i Lâyezâl’im, lâ uhibbu’l-âfilîn.”
mülâhazasının duyulmasına vâbestedir. Bunları kalbinin diliyle dillendirip, dünyevî-uhrevî O’ndan başka her şeye karşı bütün kapı ve pencerelerini kapayarak, Molla Câmi gibi: يَكِي خَواهْ، يَكِي خَوانْ، يَكِي جُويْ، يَكِي بِينْ، يَكِي دَانْ، يَكِي گُويْ “Yalnız Bir’i iste, yalnız Bir’i çağır, yalnız Bir’i talep et, yalnız Bir’i bil, yalnız Bir’i söyle.” teveccüh-i tâmmı içinde sürekli O’nunla nefes alıp vermeye durunca ötelere kapılar aralanmaya başlar.
Buna göre, zâhidleri şu üç sınıfta mütalaa etmek mümkündür:
Birinci derecedekiler mübtedî zâhidlerdir ki, ellerini her türlü dünyevîliklerden çekerek ve el-etek çektikleri şeyleri dahi bütün bütün unutarak Hakk’a tahsis-i nazar peşinde koşarlar. İkincisi, tahkik erbâbı zâhidlerdir ki, bunlar, dünyevî niam-ı ilâhiye adına “Tatmaya izin var, doymaya yok!” mülahazasıyla bütün huzûzât-ı nefsâniyeden el-etek çekerek, “Dû cihandan el yudum, pes hânümânım kalmadı!”(Abdiyâ) çizgisinde hareketle birkaç kadem daha aşk ufkuna yaklaşmış olurlar. Üçüncüler ise, bilseler ki bütün dünya ve bütün dünyevîlikler onların olacak ve ahirette de bunun hesabı asla sorulmayacak, yine de dünyanın onlar nazarında sinek kanadı kadar kıymeti yoktur. Bu iz’ân u irfanla, nefis ve hevâya bakan yanı itibarıyla dünyaya sırtlarını dönüp erâciften uzaklaşıyor gibi ondan kaçacak ve وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى “Şüphesiz ahiret ve öteler Senin için bu ilk ve âcilden daha hayırlıdır.” (Duhâ sûresi, 4) veya بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ وَأَبْقَى “Siz her şeye rağmen âcil olan dünya hayat ve mutluluğunu tercih ediyorsunuz; hâlbuki ahiret saadeti daha yüce ve ebedîdir.” (A’lâ sûresi, 16-17) beyanları adesesiyle farklı mülâhazalara girerek konumlarının hakkını verme yarışına gireceklerdir.
Enbiya-i izâm bu konuda en önde, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm öndekilerin de önünde, evliya, asfiya derecelerine göre birkaç basamak aşağıda, hepsinin müşterek yanı, nefislerine bakan ciheti itibarıyla bunu öteleyerek sürekli öteler ötesi düşüncesiyle oturup kalkmaları; dünyaperestlerin “dünya, dünya!” mırıldanmalarına mukabil, “öteler, öteler!” nağmeleriyle iç döküp inlemeleridir. Hep ötelere müteveccih olan bu hakikatbîn ruhlar, hemen her hâllerinde fâniyat u zâilatı gönüllerinden silip atarak bâkiyât-ı dâime ile nefes alır-verir, yeni yeni adımlar atmak suretiyle kendilerini nefs-i mutmainne, râdıyye, mardıyye zirvelerinde bulur ve sâfiye, zâkiye ufuklarını temaşaya koyulurlar; koyulur ve kalblerini, ruhlarını sürekli sır ve ahfa ufkuna müteveccih tutma gayreti içinde çırpınır dururlar. Zühd üstü zühd veya aşk u iştiyak meltemlerini belli ölçüde duyup hissedince de nazarlarında varlık-yokluk aynı rengi alır ve onlar, ekstradan gelenleri كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ diyerek tahdîs-i nimet şuuruyla değerlendirir; gidenleri de sırtlarından bir yükü atmışçasına “Ohh!..”larla karşılarlar.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الزَّاهِدِينَالْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَالْوَرِعِينَ الْمُقَرَّبيِنَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ إِمَامِ الْمُتَّقِينَ وَأَصْحَابِه ذَوِي الْيَقِينِ