Merhum Muharrem Kalyoncu Ağabey’le, Türkiye, Amerika ve Avrupa’da birlikte gezilerimiz oldu. Zaman zaman bahsettiği hatıralarını not almış ve daha sonra bir derleme yapmıştım. Anlattıklarından bazılarını aktarayım:
“Dedem çok dindardı ve otoriterdi. Bize sahabeyi anlatırdı. Bilhassa bayramlarda bütün aile toplanırdı ve dedem İstanbul’un fethini ve Fatih Sultan Mehmed’in yaptıklarını gözyaşlarıyla anlatırdı; hepimiz de ağlardık. Kimse kendisine itiraz etmezdi. Eğer canını sıkan, kendisini kızdıran olursa, değneğini fırlatırdı. Babam (Hilmi Kalyoncu) çok dindardır ve Osmanlı hayranıydı.
Bizim aile yapımız anlattığım gibiydi, ama maalesef İzmir’in durumu da malum olduğu üzere bizi kendisine uydurdu. Askeriyede de kabadayıvârî bir dönem geçirdik. İnancımız vardı, hatta kavî idi, ama yaşayış yoktu. Tabiî evliliğimiz de ona göre oldu.
İzmir’e Yaşar Tunagür Hoca vâiz olarak gelince, onu dinlemeye başladık ve ondan çok istifade ettik. Onun cumhurbaşkanına kürsüden gönderdiği mesajlar çok hoşumuza gidiyordu. Babam da zaten pazardaki domatesin çürük olmasını bile baştakilerden ve daha öncekilerden bilirdi. 27 Mayıs ihtilalcilerine de çok kızardı.”
Aslında Muharrem Kalyoncu Bey’in de babasından aşağı kalır tarafı yoktu. Merhum Osman Kara hocamızdan duymuştum. 1962 yılında olsa gerek. Meşhur Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi, Hisar Camii’nde vaaz ediyor. Tam heyecanlı bir noktada, bir genç kalkıyor ve bütün heyecanı ile yukarılara, darbecilere veryansın ediyor. Bir komiser kalkıp yanına geliyor ve kolundan tutup onu caminin dışına götürüyor. Osman Kara Hoca da yedek subay, resmi elbisesiyle vaaz dinlemekte. Bu durumu görünce, bu gence bir şeyler yaparlar diye hemen koşup komiserin elinden genci alıyor ve “Komiser Bey, sizi tebrik ederim, siz vazifenizi yaptınız. Bundan sonrasıyla ben ilgileneceğim’ diyerek, dışarıda bekleyen askerî araca bu genci bindirip gidiyor. Yolda biraz nasihat ettikten sonra bir sokakta salıveriyor. Seneler sonra bu gencin Muharrem Kalyoncu olduğunu öğreniyor.
Muharrem Ağabey’den dinlediğim diğer hatırlar ise şu şekilde:
“Yaşar Hoca, veda konuşması yaptı. Ankara’ya Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına gidiyordu. İzmir garajından uğurladık. Son olarak, ‘İnşallah beni aratmayacak, hatta benden daha iyi birisini göndereceğim’ dedi. Kim gelecek bilmiyorduk. O zaman Şevket Eygi’nin çıkardığı gazetede benim Yaşar Hoca’nın elini öperken çekilmiş fotoğrafım uğurlama töreni haberiyle beraber çıktı. O gazeteyi hâlâ saklarım. Artık o günden itibaren her Cuma, yeni gelecek hocayı beklemeye başladık. Bir gün, ‘Tamam, gelmiş, yarın vaaz edecekmiş’ dediler. O zaman iki kişinin taşıdığı büyük teypler vardı. Böyle bir teybi alıp camiye gittik. İmamların siyah cübbelerinin asıldığı yere bakıyoruz. Oradan her geçeni vaiz zannediyoruz. Artık boynumuz ağrıdı. Bir ara bir uğultu koptu. Kapıya baktım. Beyaz sarık, upuzun ve bembeyaz bir cübbe ile genç bir zât geliyor. Şaşkınlık içinde oraya bakarken arkadaşım, ‘Teybi açalım mı?’ diye soruyor. ‘Sus be!’ dedim. Neredeyse bir tane vuracaktım. Biz hayran hayran bakarken o da vaaz etmek için kürsüye çıktı.
Daha sonraki günlerde ilk vaazlarından birisiydi ve zekâtı anlatıyordu. Ben içimden ‘Hocam, zekâtı biz çok dinledik, sen bize başka şeyler anlatsan’ diyordum ki, Hocaefendi zekâtın üç çeşit olduğunu söyledi. Sonra şöyle dedi: ‘Birincisi cimrilerin zekâtı… Bu, paranın 40’ta birini, tarladan kalkanların 10’da birini vermektir. İkincisi orta hallilerin zekâtı… Bu, malın hepsini vermektir. Üçüncüsü esas zekâttır. Bu ise malını da canını da Allah yolunda harcamaktır.’ Şaşırıp kalmıştım. Çünkü o zamana kadar hiç böyle bir zekât vaazı dinlememiştim.
Bazen zevkle hatta gözyaşlarıyla verdiği vaazı dinliyor ama ne anladık diye birbirimize soruyorduk. Hatta bizim bu durumumuzun farkına varan Hocaefendi, bir seferinde, ‘Ne dediğimi anlamayan ve ben ağladığım için ağlamalarıma ağlayan cemaat!’ demişti.
Bir gün babama Hocaefendi’den bahsettim, ama o onu sıradan birisi zannetti. Bizim bulunduğumuz Bornova; Kestanepazarı ve Hisar camilerine uzaktı. Bir gün, Hocaefendi’nin bir sünnet düğünü yemeği için Bornova’ya geleceğini öğrendim. Babamı da götürdüm. Hocaefendi bir sofraya oturmuştu. Bir ara babam, Hocaefendi’ye işaret ederek ‘Kimdir?’ diye sordu. Ben de ‘Hocaefendi’ dedim. Babam ‘Yok be evladım sen ona hoca dersin, ama bu çok başka bir zattır’ dedi. Sanki bir görüşte mahiyetini anlamıştı. Hocaefendi’ye hep ‘Allah’ın aslanı’ derdi. Daha sonra babam kanser olup yatağa düştü. Ölüm döşeğinde olduğu belliydi, ama Hocaefendi her ziyaretine geldiğinde ayağa kalkardı. Bütün ısrarlara rağmen bu tavrını değiştirmeyerek, ‘Allah’ın aslanının yanında nasıl yatarım?’ derdi.”
Bu meseleyi Amerika’daki Hacı Necdet Bey’le konuşurken o da ‘Ben de rüyamda Hocaefendi’yi hep aslan olarak görüyorum’ dedi. 1985’te Konya’da bulunurken Hacı Raif Cilasun Amca, ziyaretime gelmişti. Yazdığı romanlar üzerinde görüşürken dedi ki: “Ben Bediüzzaman Hazretlerinin hayatını roman olarak yazmaya niyetlendim, fakat rüyamda bir aslan şeklinde karşıma çıktı. Bu yüzden yazmaya cesaret edemedim.”
Hatıralarına devam edelim:
“Bir gün beni iş yerimden polisler, Kısas-ı Enbiyagibi kitaplarımı alarak karakola götürdüler. Ayağıma öyle bir tekme vurdular ki ancak bir sopaya dayanarak yürüyebildim. Sonra beni savcıya çıkardılar. Savcı bağırarak, ‘Bu kitapları değil, kırmızı kitapları istiyorum’ dedi. Beni bıraktılar, ama anladım ki, Hocaefendi’nin yanına gittiğimde ve onunla katıldığımız toplantılarda okunan kırmızı kitaplar yüzünden başım derde girecek. Yeniyim, bütün işlerimizin altüst olacağından korkuyor ve işkenceden çekiniyorum. Kendi kendime, ‘En iyisi bir daha toplantılara gitmeyeyim; Kestanepazarı Yurdu’na da hiç uğramayayım’ diyorum. Arka sokaklardan Konak minibüs durağına doğru topallayarak gidiyorum. Kendimi Kestanepazarı Yurdu’nun arka sokağındaki çıkış kapısında buldum. Yukarıda da hocamız kollarını sıvamış, bir şeyler görüşüyor. Beni görünce, ‘Muharrem Efendi! Ne oldu sana?’ diyerek koşup yanıma geldi ve beni o küçük tahta kulübesine götürdü. Eğer karşılaşmasaydık, gidişim o gidişti. Allah karşılaştırdı işte… Orada Koca Yusuf (Öztanzan) da vardı. Ben olanları ağlayarak anlattım. Hocaefendi orada bana teselli edici güzel sözler söyledi. Beni kendi halime bırakmayarak o gece orada tuttu. Bu benim için çok büyük moral oldu. Artık bütün dünya bana topuyla tüfeğiyle de saldırsa önemi yoktu.
Bu arada biz şuurlandıkça ailemizin halinden rahatsız olmaya başladık. 17 arkadaş toplanıp Hocaefendi’ye gittik. Hanımlarımızın çoğunda namaz ve tesettür yoktu. ‘Kafamı kesseler, başımı örtmem’ diyenler vardı. Boşanmak bize göre en kolay yoldu. Hocaefendi hepimizi teker teker dinledi. Sonra ‘Bakalım, Asr-ı Saadette Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabiler ne yapmış?’ diyerek Kur’an ve Sünnetteki tedricilik yolunu, sabırlı tebliğ ve eğitim sistemlerini anlattı. Hanımlarımıza daha kibar davranmanın, ziynete meyyal oldukları hesaba katılarak alınacak hediyelerin tesirli olacağını, gönüllerini ala ala ibadet ve tesettüre alıştırmamız gerektiğini, Hz. Âdem’in eğe kemiğine işaret edilerek, hassas bir yapıya sahip bulunduklarını, hadis-i şeriflerin bildirdiğini bize izah etti. Sonra da ‘Gerekirse, önlükleri takıp mutfaklarına girin, kendilerine her hususta yardımcı olun’ tavsiyesinde bulundu. Duaların da mühim olduğunu ilave etti.
Önlükleri takıp mutfağa girdik. Fakat bu sefer hanımlar ‘Bu da nereden çıktı? Dur sen hele. Sen bilemezsin’ gibi sözlerle müdahalede bulunmaya başladılar. Zamanla belli bir yumuşama da meydana geldi. Bize kalsa, hemen her şeyin olup bitmesini istiyorduk. Yapmamız istenilen bazı şeyler de bilhassa benim gibi Arnavut aileden gelenlere çok zor geliyordu. Bir yanda bunlar da vardı, ama bizde hâlâ, ‘Niye uzatalım ki, boşanırız, olur biter!’ duygusu vardı. Öbür tarafta çok sevip saydığımız zâtın tavsiyeleri vardı. Biz onun söz ve tavsiyelerinin devamlı isabet kaydettiğini hakkalyakîn gördük.
Bir gün Hocaefendi, kahvehane hizmetlerinden bahsetti. Ben pek bir şey anlamadım. Hem de cami kenarlarında dindarların, câmiden çıkanların oturdukları kahveleri değil de gençlerin kahvelerini tercih etmemizi söylüyordu. İlk olarak da bizim o taraftaki kahvelerden başlayacaktık. Ben bir bizim ele avuca sığmaz kahve müdavimlerini ve saldırgan fikir ve davranışlara sahip gençleri düşünüyor bir de Hocaefendi konuşmaya başlayınca olacakları hayal ediyor, bir türlü bunu aklıma yatıramıyordum, ama itiraz da etmiyordum. Birkaç kere görüşüp bir kahveciyi ikna ettim. Akşam anlaştığımız saatte, Koca Yusuf’la beklemeye başladık. Hocaefendi bize, ‘Kimseyi çağırmayın’ dediği için başkalarını da çağırmamıştık. Randevu saatine baktım, gelen yoktu. Kendi kendime, ‘Gelmedi, olay çıkmayacak’ diye sevindim. Tam kahveyi terk edecektik ki, kahvecinin ‘Bir şeyler ister misiniz?” sorusuna karşılık, ‘Arkadaşlarımı bekliyorum’ diye cevap veren Hocaefendi’nin sesini duyduk. O çoktan gelmiş, bir yere oturmuştu. Kahvenin sahibine daha önce söylediğimiz üzere durumu anlattık. Hocaefendi tek başına bir masaya geçti ve bütün din görevlileri (hocalar, vaizler) adına, daha önce kendilerinin ziyaretlerine gelemedikleri için oradakilerden (kahvedeki gençlerden) özür dileyerek konuşmasına başladı. Kimileri ellerindeki domino taşlarını masaya çok daha hızlı vurarak ses çıkartıyor, kimisi, ‘Bu cami hocası 1400 sene öncesinden bahsediyor’ diyor, kimisi de yarım kulak dinliyordu. Hocaefendi, hiç istifini bozmadan konuşmasına devam ediyordu. Sonra, itirazcılar, şüpheli soru sahipleri seslerini yükseltmeye başladı. Hepsine de cevap vermeye çalışan Hocaefendi’yi biz sadece seyrediyorduk. Çünkü bize ‘Siz hiç müdahale etmeyin’ diye söylemişti. Kısa zamanda alâka çoğaldı. Nereden duydularsa, camiden çıkan meraklılar da geldiler. Demiryoluna taşan kalabalık, yolu tıkadı. Birden polis arabalarını gördük. Komiseri tanıyordum. Meseleyi izah ettim. Polisler gittiler. Sohbet iki buçuk saat daha devam etti. Toplam üç buçuk saatlik bir deneme oldu. Takdir konuşmalarını, en ummadığım kişilerin ağzından duyabiliyordum ve çok seviniyordum.
Orta Asya’ya gruplar halinde gitmiştik. Arabamız uzun bir tünelde kaldı. Karşıdan da gelenler var. Mecburen arabayı itekleyerek tünelin dışına çıkardık. Bitik vaziyetteydik. Araba bir türlü çalışmıyordu. ‘Haydi, bir dua edelim’ dedik. ‘Herkesin abdesti var mı?’ diye sorduk. ‘Tamam, var’ dediler. Duayı kim yapacak diye düşünürken Hacı Muammer Türk, ellerini kaldırdı: ‘Ya Rabbi! Bu dava Senin değil mi? Biz Senin için gelmedik mi? Bizi buralarda kendi başımıza koyma, bizleri perişan etme!’ diye dua etti. Biz de ‘Âmin!’ dedik. ‘Bismillah’ deyip marşa bastı, araba hemen çalışmaya başladı.
Orta Asya yolculuklarının birindeyiz. Namaz kılacağız. Bir ezan okuyalım dedik, heyecandan üç kişi sonunu getiremedik. Sesimiz boğazımıza düğümleniyordu. Biz dalmış gidiyoruz, arabanın benzini tükenmek üzere, haberimiz yok. Namaz kılarken etrafımıza insanlar toplandı. Namazdan sonra sarılanlar, öpenler… Bir delikanlı dedi ki: ‘Çoktandır sizi takip ediyorum. Benzininiz bitmek üzere. Nereden bulacaksınız? Burada insanlar benzin için sıraya girer. Sizin buna vaktiniz yok. Benim eşimin babasının benzinliği var, oradan doldurtayım.’ Biz hiçbir şeyin farkında değiliz. Kız, Hıristiyan Gürcülerden. Delikanlı bizi götürdü. Sıra beklemeden benzinimizi aldık.
Kalb ameliyatı olacaktım. Daha önce beyin ameliyatı olmuştum. Beni ameliyat eden doktorlardan biri beyin tümöründen ölmüştü. Endişeliydim. Rüyamda Hz. Ömer’i gördüm. Hocaefendi’ye anlattım. Hocaefendi, Ömer isminden hareketle, ‘Ömür ve hayata işarettir. İnşallah iyi olacak, yaşayacaksın, korkma’ dedi. Gerçekten de güzel bir ameliyat oldu.”
Muharrem Ağabey’in rahatsız olduğunu duymuştuk. Ziyaretine gitmeden önce, hediye olarak şeftali almak istedik. Satıcı hep sert şeftaliler seçiyordu. Muhasebeci Bekir Bey dedi ki: “Kardeşim, biz hasta ziyaretine gidiyoruz. Bu hasta bildiğimiz hastalardan değildir. Eğer beğenmezse, hepsini başımıza çarpar. Yumuşak seç ki, kafamızı kırmasın.”
Bir seferinde Muharrem Ağabey, bir grup arkadaşı ile Karadeniz Bölgesinde seyahat ediyormuş. Bir câmide vakit namazını eda edeceklermiş, fakat camide hiç cemaat yokmuş. Namaza gelmemiş, karşıdaki kahvede oturuyorlarmış. Muharrem Ağabey, arkadaşları camiden çıktıktan sonra kürsüye çıkıp yüksek sesle vaaz vermeye başlamış. Sesini duyanlar merakla caminin pencerelerinden onu seyretmeye başlamış. Nihayet konuşmasını bitirdikten sonra ayak parmaklarının ucuna basa basa camiden dışarıya çıkmış. Karadenizlilerden birisi ona şöyle demiş: “Sen bize lâf çarpıyorsun. Niçin parmaklarının ucuna bastığını anlıyoruz. Sen demek istiyorsun ki: ‘Siz câmiye gelmiyorsunuz, ama siz görmeseniz de caminin içi Allah’ın melekleriyle ve ruhanîlerle dolu. Sizin yerinize onlar dinliyor.’” Birden kahvedekilerle kaynaşıyor ve sohbete başlıyorlar: “Biz mutlaka sizleri misafir etmek istiyoruz” diyor ve güzel bir misafirperverlik gösteriyorlar.
Son bir hatıramı anlatmak istiyorum: Avrupa’da annesi ve babası Arnavut bir ailenin, erkek evlatları için bir isim istediklerini söylediler. Ben de lâtife olarak, “Türkiye’nin ve Balkanların hatta dünyanın en meşhur Arnavut’u Muharrem Kalyoncu Ağabey’dir. Onun ismini verelim” dedim. Sonra Türkiye’de Muharrem Ağabey’le karşılaşınca bir aferin alayım diye kendisine anlattım. Bana, ‘Nasıl verirsin!’ diye haykırdı. “Ağabey, hata mı ettik?” diye sordum. “Yarın bu çocuk namaz kılmazsa, ismime zarar vermiş olmaz mı?” dedi. Gülüştük. Lâtifelerini bile çok ciddi bir tavırla yapardı. Cenabı-ı Hak rahmet eylesin.