Osmanlının yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde doğuda Ruslar, her geçen gün güçlenmeye başlar. Bu süreç, Türk devletlerinin ve topluluklarının kısa süre içerisinde Rusların hâkimiyetine girmesiyle neticelenir. Çarlık Rusya’sının hükümranlığı altında bulunan Türkler, 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra bu defa da farklı bir ideolojinin pençesine düşer. Sovyet yönetimiyle birlikte 70 yıl boyunca Türklerin geçmişi inkâr edilirken dünya ile bağlantısı da kesilir.
Sosyalizmi ve onun en ideal şekli olan komünizmi savunan isyancılar, ilk başlarda farklı inançlara ve kültürlere eşit mesafede bulunacaklarını, kimsenin ibadetlerine müdahale etmeyeceklerini sıklıkla dile getirirler. Hatta birçok Müslüman topluluğu Çarlık rejiminden çektikleri sıkıntıların komünistlerin gelişiyle birlikte sona ereceğine, dinî vecibelerini herhangi bir baskıya mârûz kalmadan yapabileceklerine inanırlar. Bu dönemde Çarlık Rusya’sından zulüm gören bazı Müslümanlar, Bolşeviklerin gelmesi için dua bile ederler. Fakat gerçeğin hiç de beyanatlardaki gibi olmadığını, Sovyet sisteminin topluluklar üzerinde tamamen hâkim oldukları zaman anlamaya başlarlar. Partinin ileri gelenleri kısa bir süre sonra dinin afyon, inançların hurafeler yığınından ibaret olduğunu dillendirmeye ve bu fikirleri insanlara zorla kabul ettirmeye başlarlar. Bolşevikler kısa bir süre sonra bütün dinlere karşı açıktan cephe alırlar.
Yeni yönetim yavaş yavaş gerçek yüzünü göstermeye başlayınca Müslümanlar gelenin gidene rahmet okutacağını anlarlar. Uygulamalara başkaldıran, itirazlarını dile getiren veya ima eden aydınlar ya Sibirya’ya gönderilir ya da kurşuna dizilmek suretiyle cezalandırılır.
Artık yeni yönetimle birlikte millî ve manevî değerlerin hor görüldüğü istibdat dönemi başlar. Sistem yeni bir neslin yetiştirilmesi için her şeyi baştan ayağa dizayn eder. 70 yıl süren bu süreçte her insanın bir kalıptan çıkmışçasına aynı olması için devletin bütün imkânları seferber edilir. O dönemde câri olan anlayışı, Olcas Süleymanov bir eserinde, “Mahallemizde bir ayakkabıcı vardı, tek numara ayakkabı üretirdi, herkesin o ayakkabıyı giymesini isterdi, ayağınız büyük ya da küçük olursa vay hâlinize!” şeklinde dile getirir. Sosyal düzenin herkesi tek tip yetiştirmek için kollarını sıvadığını gösteren güzel numunedir Olcas Süleymanov’un tespiti. İdeolojinin 70 yıl boyunca bu alanda kısmen de olsa başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bu süreçle birlikte kitaplardaki konular da ideolojinin söylemlerine göre şekillenir. İster matematik kitabı olsun isterse edebiyat, mutlaka sistemi kuranlar ön sözlerde minnetle anılır; onların matematiğe, edebiyata verdiği değer kaydedilir. Aksi takdirde hazırlanan kitaplar besmelesiz başlanmış bir iş gibi addedilir! Bundan dolayı da her yazar mutlaka eserinde sistemin kurucularını sitayişle anmak zorundadır. Bu uygulama meyvesini verir. Zamanla inançları safsata olarak görenler çıkar!
Bahsedilen dönemde Allah’ı inkâr etmek, âlemin tesadüfler sonucu ortaya çıktığını söylemek ve anlatmak, sıradan ve zorunlu bir söylem olur. Bu düşünceyi pekiştirmek, yeni nesillere de kazandırmak için devlet her alanda çalışmalar yapar. Fakültelerde ateizm başlığı altındaki dersler, mecburî dersler arasındadır. Her üniversite öğrencisi bu derslerde başarılı olmak zorundadır. Bahsedilen dersler akademisyenlerin sürekli gündeminde yer alır. Bazen de üniversitelerde dersin varlığı sorgulanır. Birçok akademisyen, “Zaten inanmıyorsak bu derslere gerek var mı?” diye kendi aralarında sistemin baş tacı ettiği dersi eleştirirler; ama elden ne gelir, bu dersi mecburen okutmak zorundadırlar. Diğer taraftan, kaderin cilvesi olsa gerek, o dönemde ateizm derslerini verenler, Sovyetler Birliği sukûta uğradıktan sonra derslerinde Allah’ı anlatmaya başlarlar. Talebelerden bazıları, “Hocam, dersimiz edebiyat; niçin bu derste Allah’ı bu kadar çok anlatıyorsunuz?” diye sorduklarında, “Sovyetler Birliği döneminde o kadar çok ateizm dersi verdik ki bırakın bu dönemde Allah’ı anlatalım da vicdan azabından kurtulalım.” şeklinde cevap verirler.
Sovyet döneminde yetişen aydınlar tabiî olarak sistemin öngördüğü tipte insan yetiştirmek zorundadır. Sınırlar dağılsa, Sovyet sistemi çökse de birçok insanda o dönemde zorla kabul ettirilen fikirlerin izleri hâlâgörülür. Sovyet döneminde, sistemin özellikle dikte edildiği mekânlar üniversiteler olmuştur. Akademisyenler ister istemez ideolojinin temsilcileri olurlar. Baharın şehrimize kadem bastığı bir günde tanıştığımız kimya profesörü de onlardan birisidir. Sovyet döneminde kimya bölümünde ders veren hocayla yolumuz bir bahar sabahında, şehir merkezinde kesişti. Güneşin ışıklarıyla denizin dalgalarının buluştuğu ılık bahar sabahında profesörü ziyaret için yola çıkıyoruz.
Mihmandarımızla sohbete o kadar dalmışız ki yarım saatlik yolu ne zaman kat ettiğimizi anlamadan ziyaret edeceğimiz hocanın iş yerinin kapısında kendimizi bulduk. Bizi güler yüzle karşılayan profesör, geldiğimize çok sevindiğini söyledi. 60 yaşlarındaki hoca, kimya sahasında kariyerini tamamlamış, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra üniversiteden aldığı maaş kendisine kâfi gelmediği için, ailesini daha rahat geçindirmek maksadıyla mecburen ticarete girmişti. Doğrusu karşımızda ticaretle uğraşan bir profesör gürünce çok şaşırdık. Bizim de “Niçin üniversite değil de ticaret?” der gibi kendisine baktığımızı hissetmiş olmalı ki kendisi Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra 100 dolara yakın maaşla çektikleri sıkıntıları anlatmaya başlayınca onun böyle bir tercihte bulunmasına hak verdik. O, yeni işinde kısa sürede başarı da elde etmiş, Türkiye, İran ve komşu ülkelerden müşterileri olmuştu. Kazanmaya başlayınca da yeni işini sevmiş, kısa sürede ünü her yere yayılmıştı.
Profesörle sohbetimiz kimyadan ticarete, ticaretten edebiyata kadar uzadı. Kendisinin şair olduğunu öğrenince edebiyatçıları niçin tanıdığını daha iyi anladık. Vakit buldukça Türk şairleri ve yazarları okuduğunu dile getiren şair, Sovyetler Birliği döneminde Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’in eserlerini okurmuş. Şimdi birçok Türk şair ve yazarın eserlerini takip ettiğini söylerken sevindiği gözden kaçmıyordu. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanının Sovyet coğrafyasında elden ele dolaşan bir eser olduğunu, nostaljik bir hatıra gibi anlattı.
Bir anda karşımızda çok yönlü bir aydın bulunca sohbetimiz de renklenmeye başladı. Musikiden edebiyata uzanan doyumsuz bir sohbet ortamı oldu. Sohbetimiz çok farklı konularda devam ederken şairin bir cümlede kullandığı “tabiat yarattı” ifadesi, gayriihtiyarî bizim ağzımızdan çıkan, “Tabiat mı?” sorusuyla sekteye uğradı. Şairimiz, “Evet, tabiat.” dediğinde bu sözün sürç-i lisan olmadığı ortaya çıktı. Çok şaşırmıştım. Kimya sahasında bilimsel çalışmalar yapan, denklemlerin belli bir kurala göre kurulduğunu, rastlantının bu formüllerde yeri olmadığını, yaptığı araştırmalarda bizzat gören ve bilen birisinin tabiatı bunca sanat eserinin yaratıcısı olarak kabul etmesini çok yadırgamıştım. Bir bilim adamının “yaratmak” gibi yüce bir olguyu, şuursuz tabiata mal etmesi bizi şaşırtmış olmalı ki “Yeryüzündeki ve denizlerdeki canlıları kim yarattı?” sorusu bir anda ağzımızdan çıkıverdi. Bir anda sohbetin yönü değişti. Peki, “Tabiat niçin yarattı?” diye sorduğumuzda, “Elbette kendisi için.” şeklinde cevap verdi. Tabiattaki her şeyin Allah tarafından yaratıldığını, idaresinin de insana verildiğini söylediğimizde, muhatabımızın bizim gibi düşünmediğini, daha fazla söz söylemenin bir fayda sağlamayacağını anladık.
Haklı olarak Sovyet döneminde insanların üniversitelerde ateizmin her bölümde ders kitabı olarak okutulduğu, ataları Müslüman olan bir neslin ne hâle getirildiği düşüncesi aklımıza geldiğinde, karşı tarafa yapılacak her türlü sözün kırıcı olacağı kanaatiyle o konuyu kapattık.
Sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Fakat biraz önceki tartışmanın yarıda kesildiği, bir sonuca varılamadığı onun ve mihmandarımızın bakışlarından okunuyordu. Sohbetimizin kalan kısmında onun edebiyat ve şiirle olan ilgisini konuşmaya devam ettik. Kendisi çocukluktan beri şiir yazdığını, bazı şiirlerinin bestelendiğini söylediğinde, bu kadar işin içinde şiire vakit ayırmasına imrenmiştik. Bizim şiirlerine olan ilgimizi görünce ayağa kalktı; raftan şiir kitaplarını ve yanında bulunan CD’leri özenle aldı ve kitaplarını nasıl yazdığını anlatmaya başladı. Şiirlerinin bazılarının sebeb-i vücudunu anlattıktan sonra içlerinden birkaçını bize heyecanla okudu. CD’lerde bestelenen şiirlerinin olduğunu söyledi ve bunları dinlememizi sıkı sıkı tembih ederek birkaçını bize hediye etti.
Şiir kitabının birisini imzaladıktan sonra bize gururla verdi. Kitapları aldıktan sonra kendisine teşekkür ettik. Bu kadar işin içerisinde şiire zaman ayırmasının takdire şayan olduğunu söylediğimizde, kendisi bu işi severek yaptığını ve şiir yazarken huzur bulduğunu söyledi. Kitaplarından birisini elime alıp sayfalarını çevirirken gayriihtiyari şaire, “Bu kitap sizin mi?” diye sordum. Bir anda yüzündeki mülayim ve durgun vaziyet değişiverdi. Yüz çizgileri belirgin bir hâl aldı. “Ne demek istiyorsunuz?” diye yüksek ses tonuyla cevap verdi. Bir anda yuvasından dışarı fırlayan gözlerinden bize karşı duyduğu hiddet dışa yansıyordu. Sanki kendisine başka birisinin şiirlerini intihal yoluyla aldığını söylemiş gibi bize sert sert bakmaya başladı. “Beyefendi siz ne demek istiyorsunuz, bana hakaret ettiğinizin farkında mısınız?” dedi. Ben de kitabın üzerindeki ismi kapatıp “Bu kitap sizin değil, tabiatın dedim!” Bir anda yüzü gerilen şair, bu eserlere yıllarını verdiğini, gece gündüz göz nuru dökerek yazdığını ve baskı masraflarını kendi cebinden ödediğini, göğsünü gererek söyledi.
Onun bu cevabı karşısında kendisine, “Kitabın size ait olmadığında ısrar etsek bizi dövecektiniz!” dediğimizde yüzünde bir gülümseme belirdi. Kitabın kendisine ait olduğunu gösteren bir tebessüm, şairi rahatlatmıştı.
Biz de “Biraz önce bizim size yaptığımızın aynısını siz Allah’a karşı yaptınız.” dediğimizde heyecanla, “Bu nasıl olur?” dedi. “Sizin kitabınızın üzerindeki ismi kapattığımız gibi, siz de kâinat kitabının müellifinin, yani Allah’ın (celle celâluhu) ismini kapattınız, O’nu görmezden geldiniz. Size yaptığımızın aynısını siz Yüce Yaratıcı’ya yaptınız!” şeklindeki sözlerimiz bir anda şok etkisi yaptı. Profesör, bu cümleler karşısında derin bir düşünceye daldı. Sanki kimya denklemlerinden yola çıkarak kâinat kitabının satırları arasında dolaşmaya başlamış gibiydi.