Yıl 1925. Azerbaycan’da, dağların koynunda, temiz havası ve suyuyla meşhur Şeki’de bir çocuk dünyaya gözlerini açar. Büyükleri ona, mesut yaşasın, bahtı açık olsun diye Bahtiyar ismini verirler. Bahtiyar’ın dünyaya geldiği mütevazı yuva; manevi değerlere, Azerbaycan’ın örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı klasik Azerbaycan ailelerinden birisidir.
Yeşilliklerin bağrındaki bu güzel beldede, birçok aile gibi, Vahabzadeler de ekmeğini ormandan çıkarır. Aile, dağlardan getirdiği odunları kuyulara doldurur, kömür yaptıktan sonra şehir merkezine götürüp satar, böylece iaşelerini temin edermiş. Küçük Bahtiyar, babası ve amcalarına eşlik eder, günde birkaç kez merkep ve katırlarla o da odun taşırmış.
Şeki’nin dört tarafını saran sık ve derin ormanlar sadece ailenin geçimini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda küçük Bahtiyar’ın hayallerini de besler. Zira ninesinin uzun kış gecelerinde kendisine anlattığı gizemli masallar, Şeki’nin etrafındaki gür ormanların derinliklerinde geçmektedir. Babası kışın ve ilkbaharda dağları ona göstererek arzularının bu dağların arkasında olduğunu söyler, şair ruhlu Bahtiyar’ın merak hislerini kamçılar. Bahtiyar çocukken hayallerinde ve rüyalarında babasının gösterdiği dağların arkasına pervaz açar, masalların renkli dünyasında doyasıya gezer. Masallarda dinlediği kahramanlar da ellerinde asa, ayaklarında demir çarıklarla arzularını dağların arkasındaki ormanların kuytu yerlerinde arar.[1]
Şeki’nin etrafını çevreleyen gür ormanlar, bir taraftan merak hisleriyle meşbu Bahtiyar’ın hayallerini süslerken diğer taraftan da o dönemde Sovyet ordusuna başkaldıran insanların sığındığı mekânlardır.
Sovyetler Birliği’nin temellerinin atıldığı, sistemin Azerbaycan’ın en ücra köşelerine kadar yerleştirilmeye çalışıldığı yıllarda vuku bulan hadiseler, onun düşünce yapısını derinden etkiler. Salhoz ve Kalhozların kurulmaya başlandığı, varlıklı ailelerin mülklerinin zorla ellerinden alındığı dönemde, birçok Azerbaycanlı gibi Şeki sakinleri de topraklarının devlet tarafından kamulaştırılmasına karşı isyan eder. Sovyet hükümetinin şiddetli tepkisiyle karşı karşıya kalan halk isyan eder. Vahabzade’nin çocuk yaşlarında başlayan isyan hareketi kırklı yıllara kadar farklı bölgelerde aralıksız olarak devam eder. Şeki dağları, bir avuç halkın kendisinden kat kat güçlü orduya karşı mücadele veren insanların kahramanlıklarına şahit olur. Küçük yaşlarındaki Bahtiyar’ı etkileyen, hatta fikirlerinin şekillenmesinde önemli rol oynayan hadiselerden birisidir Şeki halkının Sovyet askerlerine karşı verdiği mücadele. Zira dağda savaşanlar arasında onun yakınları da vardır. Diğer taraftan Vahabzadelerin evleri şehrin kenar mahallesinde olmasından dolayı o dönemde mücadele eden Şekililere kolayca yardım eden hanelerden de birisidir. Gece şehre inen isyancılar, Vahabzadelerin evlerinden iaşelerini alır, dağa çıkarlarmış. Şairin anlattığına göre, Sovyet askerlerine karşı vuruşanların başında Kaçak Abbas vardır. O, Sovyet ordusuna başkaldıran destenin başındadır. Uzun süre mücadele eden Kaçak Abbas, Sovyet ordusunun peşine düştüğü savaşçılardan birisidir. Yıllarca onu etkisiz hale getirmek için çalışırlar. Zorlu mücadele sonunda Kaçak Abbas’ı vururlar. Direnişin ve mücadelenin sembolü olan Kaçak Abbas’ın vurulması onlar için bir zaferdir. Şekilileri zorla meydanda toplarlar. Cesedi bir arabanın arkasına bağlayıp sokak sokak gezdirdikten sonra halkın toplandığı meydana getirirler. Şeki ahalisi o günü hiç unutamaz. Cesedin sokakta dolaştırılması karşısında çaresiz kalan insanlar gözyaşlarını içine akıtır. Vahabzade’nin yakınları da oradadır. Eve döndüğünde o güne kadar dedesinin ağladığını görmeyen Küçük Bahtiyar, dedesinin gizli gizli gözyaşlarını dökmesine, annesinin ve ninelerinin de siyah elbiseler giyip günlerce yas tutmasına şahit olur. Onun körpe dimağında adeta kazınır bu hazin hadise.
Şeki’nin uzun ve ayazlı kış gecelerinde, Kaçak Abbas ve arkadaşlarının kahramanlık hikâyelerine, salonun köşesindeki sobada çatırdayarak yanan odunların çıkardığı sesler eşlik ederken, diğer tarafta küçük çocukların hiç kıpırdamadan pür dikkat dinledikleri sohbetlerden birisi de Anadolu’dur o yıllarda. Küçük yaşlarında; anlatılan masallar kadar Türkiye hakkında dinlediği hikâyeler de büyülemektedir küçük Bahtiyar’ı. Türkiye her geçen gün onu cezbetmeye başlamıştır. Küçük yaşlarında visaliyle yanıp tutuştuğu iki hayali vardır artık Vahabzade’nin: Birisi, Şeki’nin esrarengiz ormanlarının arkasında, Kafdağı kadar uzakta, arzularının bulunduğu masal âlemine has gizemli bir dünya; diğeri aynı kökten gelen, büyüklerinin bir masal neşvesiyle anlattıkları, çocuk muhayyilesinde ulaşılmaya namzet bir dünya: Türkiye. Hayranlıkla ve heyecanla dinlediği, asla bitmesini istemediği Türkiye hikâyeleri onun için her geçen gün adeta büyüleyici bir efsaneye dönüşür.
Sovyet sistemini tenkit eden hiçbir eseri olmasa bile küçük yaşlarında büyüklerinden dinlediği Türkiye hikâyeleriyle Anadolu’ya duyduğu muhabbet dahi onun sistemle kavgalı olmasına yeterli sebep olacaktır. Zira 1930’lu yıllarda Pantürkist yaftası ile suçlanan birçok aydının canından olması herkesin malumudur.
Bir eserinde şair, çocukluk döneminde yaşanılan tecrübelerin, insan ömrünün temel taşı olduğunu söyler; sonraki arzuların, hayallerin ve düşüncelerin bu taşa dayanarak pervaz açacağını belirtir. İnsan aklının, düşünce yapısının, zevkinin, ruhunun ve psikolojisinin bu çağda şekillendiğine inanan[2]şair aslında burada kendisini anlatmaktadır.
Sovyet sistemine inat milli ve manevi değerlere sıkı sıkıya bağlı bir yuvada büyüyen Bahtiyar’ın ailesinden ve öğretmenlerinden aldığı terbiye çoğu zaman sistemle çatışacaktır. Sovyetlerin en güçlü olduğu dönem, zorlu bir mücadele için milli ve manevi değerlerden beslenen sağlam duruşun temellerinin atıldığı yıllardır. Bu devirde yaşadıkları ve yakınlarından öğrendikleri, adeta mermere hak edilmiş yazı gibidir. Bütün ömrü boyunca idealleri uğruna yılmadan mücadele vermesinin altyapısını hazırlar. Zira şartların alabildiğince zorlaştığı, kardeşin kardeşten çekinip korktuğu, bir kalemde on binlerin canlarından olduğu dönemdir onun yaşadığı devir. İnsanlık bir defa daha, sistemin gece gündüz ölüm saçtığı, hak ve hukukun rafa kaldırıldığı, insani değerlerin ayaklar altına alındığı, baskı ve istibdadın hükümferma olduğu zulüm yıllarına şahitlik etmektedir. Evde eşlerin dahi birbirinden şüphelendiği, ispiyonlamanın meslek haline geldiği, hatta devlet tarafından ödüllendirildiği, aman adım bir yerde anılmasın diye insanların tir tir titrediği dönemde, ideoloji korku imparatorluğunu adeta taçlandırmıştır. Bahsedilen devirde insanların suçlu olup olmaması hiç önemli değildir. Zira ideolojinin türettiği suni suçlardan ve altı boş yaftalardan olan “halk düşmanı”, “milliyetçi”, “Pantürkist” gibi kavramlar insanların canından olması için yeterli sebeplerdir. Bu yaftalarla suçlanan birçok aydının idam edildikten yıllar sonra aynı kurumlar tarafından aklanması da dikkat çekicidir.
İşte sisteme inat bu dönemde meyve vermeye başlar Vahabzade. Milli hislerle büyüyen şair, eserlerinden dolayı sık sık ideolojinin soğuk yüzüyle karşı karşıya gelir. Rusya ve İran’ın, Türkmençay Antlaşması ile Azerbaycan’ı kuzey ve güney olmak üzere ikiye bölmesini, GülüstanPoemasıadlı manzum hikâyesinde korkusuzca eleştirir. Bu eserini Şeki’de tefrika edilen Nuha Fehlesigazetesine verir. Bahsedilen manzum eserde, Rusların ve Farsların Azerbaycan’ı ikiye bölmelerini etkili bir dille tenkit eder:
İpek yağlığıyla o, asta-asta[3]
Silib gözlüğünü gözüne takdı.
Eğilip yavaşca masanın üste
Bir möhüre bakdı, bir kola[4]bakdı.
Kağıza hevesle o da kol atdı,
Dodağı altından gülümseyerek.
Bir kalem asırlık hicran yaratdı,
Bir halkı yarıya böldü kılınc tek.[5]
Öz sivri ucuyla bu lelek[6]kalem,
Deldi sinesini Azerbaycan’ın.
Eser yayınlandıktan sonra şair, 1962 yılında, Bakü Devlet Üniversitesindeki görevinden uzaklaştırılır. O dönemde devlet tarafından suçlanmak; açlığa, yoksulluğa mahkûm olmak, toplumdan tamamen tecrit edilmek demektir. Devlete rağmen suçlu ilan edilene sahip çıkmak da ayrı bir cürümdür. Binlerce insanın işinden, eşinden olduğu, toplumdan tecrit edildiği dönemde Vahabzade ailesi de payını alır. Ailenin zor günlerinde vefalı Şekililer korkusuzca hemşehrilerinin yanında yer alır. Adeta Şekililer aileye yardım etmek için seferber olur. Vahabzadeler zor yılları dostlarının yardımıyla kolayca atlatır.
Kapılarını dış dünyaya kapatan ülkede ideolojinin hoşuna gitmeyecek fikirleri dillendirmek kolay değildir elbette. Bu işin sonunun ölüm olduğunu herkes bilir. Korkunun bütün Sovyet coğrafyasında kol gezdiği dönemde insanlar, dertleşecek, içlerini kemiren fikirleri paylaşacakları aşina bir çehre arar. Fakat herkes konuşanların başına gelenleri bildiği için dostları ile dertleşmekten dahi içtinap eder. O dönemde söz söylenecekse partinin başındakiler söylemeli, aydınlar da fikirlerini o söylemler etrafında şekillendirmelidir.
Bakü’nün uzun kış gecelerinin birinde Vahabzade yakın dostu Kamber’i evinde misafir eder. Uzun uzun sohbet ederler. Gecenin geç vakitlerinde muhabbet derinleşir; iki kadim dost içlerini dökmeye başlar. Sohbetin konusu o dönemde hakkında menfi bir şey söylenmesi tabu haline gelen Sovyetlerin lideridir. Sohbet gecenin derinliklerinde tehlikeli sulara doğru yol almaya başlar. İki dost yıllardır içlerini kemiren fikirleri, birbirine anlatmaya başlar. Ölüm korkusu artık unutulmuştur. Sinelerindeki bütün dertler, iç içe bohçalar gibi açıldıkça açılır. Artık vakit çok geç olmuştur. Dostu, Vahabzade’den izin alıp ayrılır. Evden çıktıktan sonra şair, biraz önce konuştuklarını düşünür, içine şüphe düşer. “Ben ne yaptım? Niçin konuştum?” diye hayıflanır durur. Uyumaya çalışır, ama nafile. Sabaha kadar evin içinde dolaşır. Bir gözü sürekli dışarıdadır. Arkadaşı biraz önce anlattıklarını yetkililere anlattıysa, hali nice olur. Bunun anlamı o zaman ölüm demektir. Vahabzade’nin evinde cereyan eden hadisenin aynısı dostunun evinde de yaşanmaktadır. Şairin dostu da “Niçin çenemi tutmadım?” diye dövünmeye başlar. Onun da uykusu kaçmıştır. O da dostu Vahabzade gibi perdeyi aralayıp sık sık dışarıya bakar. O dönemde siyah Volga arabalar bu iş için tahsis edilmiştir. Onunla gelen KGB elamanları nice aileleri dağıtmış, nice insanların canına kast etmiştir. Her iki aydın bunu çok iyi bilmektedir. Sabaha doğru Vahabzade’nin kapısının zili çalar. Şair, “İşte korktuğum başıma geldi. Beni almaya geldiler” der. Elleri titreye titreye kapıyı açar. Karşısında arkadaşını görür, derinden bir nefes alır, dostunu içeri buyur eder. Dostu Bahtiyar Bey’e, “Ben o dediklerimin hiçbirini…” diye söze başlar, içini döker. Şair, arkadaşına sarılır, adeta hâl diliyle dostuna güvence verir:[7]
Ese ese[8]ellerim ben kapıyı açınca,
O, üstüme atılıp boynumu kuçakladı,
Hüngür hüngür ağladı.
O, bir sola, bir sağa.
Dünenki sohbetini tez-telesik[10]
-Şaka ile demiştim dünen ben o sözleri,
Aslında çok sevirem ben o dahi rehberi.
O, bizim dünyada tek güman[12]yerimizdir.
Düşünen beynimizdir, gören gözlerimizdir.
İyi anladım ben onu
Sustum… bu yozumların ak yalan olduğunu,
Anlayırken, kanarken
Bir gün sonra o ve ben sözümüzü danırken[13]
Riyakâra dönderdi vakit hem onu hem beni.
O da yata bilmeyip, demek bütün geceni.[14]
Sovyetler döneminde fikir adamı olmak kolay değildir. Bundan dolayı da şairin zorba yönetimle olan imtihanı her dönemde farklı şekilde tezahür eder. Sovyet coğrafyada estirilen zulümden kurtulmak, fikirlerini halkıyla paylaşmak için artık kaleme aldığı eserlerinde farklı metotlar kullanmak zorunda kalır. 1967 yılında Kazablanka’ya giden Vahabzade, orada halkın ana dilinin kendilerinde olduğu gibi ikinci plana atıldığını görür. “Latin Dili” şiirinde Afrika’daki uygulamaya dikkat çeker. Bahsedilen şiirinde Latin dili için milleti ölmüş kendisi yaşayan dil nitelenmesinde bulunur. Şair eserinde, “Peki, milleti yaşayan fakat dili ölü olan milletlere ne demeli?” diye sorar. Dolaylı olarak Azerbaycan Türkçesinin o dönemde hor görülmesini tenkit eder. Tabiî ki bu mısralar sistemin hoşuna gitmez. KGB şairi sorguya çeker:
Yetkili: “Siz bu şiirde kimden bahsediyorsun?”
Şair: “Afrika’daki bir ülkeden.”
Yetkili: “Hayır, siz sanki bizden, Azerbaycan’dan bahsediyorsunuz.”
Şair: “Onu ben demiyorum siz diyorsunuz.”
Vahabzade’ye bu sorgulama sonucunda herhangi bir ceza veremezler. “Latin Dili” şiiri, Azerbaycan Türkçesinin o dönemdeki durumunu özetler aslında:
Sen derde bak,
Vatan da var,
Millet de var.
Ancak onun dili yoktur.
Ele bil ki,
Güzgü[15]kimi, hamar,[16]şeffaf röyalın[17]var,
dili yoktur…
İndi söyle,
Hansı dile ölü deyek:
Vatan varken,
Millet varken,
Küçük, yoksul komalarda
Dustak olan bir dile mi?
Yoksa, uzun asırlardan
Geçip gelen,
Halkı ölen,
Özü kalan bir dile mi?
Bahtiyar Bey’e sistem rahat yüzü göstermez. Her zaman gözler onun üzerindedir. Bakü Devlet Üniversitesindeki edebiyat dersleri adeta konferans gibi geçmektedir. Derslerine farklı bölümlerden öğrenciler katılır.
Yeni bir kitabı çıktığında yüzbinlerce basılmakta ve hemen tükenmektedir. Okuyucuları, şairin mısralar arasında verdiği mesajlarını pür dikkat takip eder. O dönemin okuyucuları da çok farklıdır. Yeni bir kitap çıkmasını dört gözle beklerler. Aynı zamanda hayranları kitabı okuduktan sonra kendisine eserle ilgili mülahazalarını da bildirmektedirler. Yeni bir kitabı çıktığı günlerde eserini okuyan bir dostu Vahbazade’yi telefonla arar. Dostu, şairin güvenliğinden endişe etmektedir. Kendisine, “Bahtiyar Bey, eserin çok güzel, eline, üreğine sağlık, fakat falan falan sayfalardaki ifadeler çok tehlikeli, aman bir yerleri rahatsız etmesin, sonra sana zararları dokunur” der. Arkadaşı adeta şairin yarasına tuz basmıştır. Yıllardır çekmediği cefa, görmediği eza kalmadığı sisteme karşı açar ağzını yumar gözünü, diktatörün zulümlerini tek tek sıralar telefonda. Dostu o dönemdeki hafiye faaliyetlerinden haberdar olduğu için kısık sesle dostuna, “Bahtiyar Bey, bizi telefonda dinleyebilirler” der. Hızını alamayan şair, kendisini takip edenler için de ağzına gelenleri söyler. Aradan uzun süre geçer, ancak herhangi bir soruşturma olmaz. Şair, yazın dinlenmek için memleketine gider. Sokakta karşı kaldırımda yürüyen bir dostu kendisine gülerek selam verir. Selam veren şahıs, şairin hemşehrisi, KGB çalışanıdır. Vahabzade’ye “Ya Bahtiyar Bey, hadi Sovyetlerle kavgalısın, onlara kızıyor, hakaret ediyorsun, bunu anladık da, seni dinleyenlerin suçu ne?” diye sitem eder.
Şairin gençliği, ömrünün büyük bir kısmı, dünyada iki süper güçten birisi olan bir devletin vatandaşı olarak geçmiştir. Onun döneminde eli kalem tutan ve sistemin propagandasını yapan edipler el üstünde tutulmuş, toplumun en has insanları olarak kitlelere takdim edilmiş ve kabul de ettirilmiştir. Güçlü bir kaleme sahip olan Vahabzade, şayet haksızlıklara, zulme, milli ve manevi değerlerin hor görülmesine göz yumsaydı, Sovyetler Birliği döneminde en büyük kahraman olarak bütün dünyaya tanıtılırdı. Ayaklarının altına kırmızı halılar serilir, dünya nimetlerine boğulurdu. Oysaki o, bütün bunları elinin tersiyle itmiş, davası uğruna, her türlü zulme ve baskıya başkaldırmış; açlık, işsizlik, tecrit ve sürgünle tehdit edilip cezalandırılsa da davasından asla vazgeçmemiş, aksine mütevazı bir hayata razı olmuştur. O, ölümle yüz yüze gelmeyi, uykusuz geceleri, hak, adalet ve uğruna can verilebilecek manevi değerlerin yer aldığı çetrefilli yolu; lüks ve şatafatlı bir hayata tercih eden yiğitlerden olmuştur. Bundan dolayı dünya devam ettikçe ismi hoş bir seda olarak gök kubbede hep yankılanacaktır. Hâlbuki bir dönem el üstünde tutulan, sistemin ve ideolojinin şakşakçısı edipler, göklere çıkardıkları diktatörlerle birlikte güneşte eriyip giden kar yığınları gibi yok olup gitmiş, arkalarında bir yâd-ı cemil bırakamadıkları gibi öldükten sonra da lanetle anılmışlardır. Şayet bugün Vahabzade’nin arkasından hayır dualar ediliyorsa, zulmün, adaletsizliğin ve haksızlığın karşısında durmasından, mazlumun yanında saf tutmasından ötürüdür. Vahabzade, uğruna verdiği mücadelenin meyvelerini, ömrünün sonunda da olsa deren bahtiyarlardandır. Ruhun şad olsun büyük insan!
[1]Bahtiyar Vahabzade, Şenbe Gecesine Geden Yol, Bakü, 1991, s. 260.
[2]Bahtiyar Vahabzade, Ömürden Sayfalar, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2000.