1992’de, New Jersey’e gittik. Esnaf ve öğrenci sayısı çok az. Nasıl hizmet edeceğiz diye düşünüyoruz. 1993’ün başında, “Acaba yazın bir kamp yeri kiralasak mı?” diye düşündük. Böyle bir yer ararken, Dr. Hüseyin Bey büyük ve ucuz bir yer bulduğunu söyledi. 104 dönüm ve 230 bin dolara. İçinde 9 bina var. Bir mart günü gidip gezdik. Dizlerimize kadar kar içinde kaldık. Zaten elimizde 40 bin dolar vardı. Peşinat olarak onu vererek iki sene içinde ödeme şartıyla arkadaşlar satın aldılar.
Haziran başında açılış yaptık. Yüzlerce ziyaretçi geldi. Çünkü mayıs ayındaki Türk yürüyüşünde, binlerce reklam dağıtarak davette bulunmuştuk. Hizmet, çocuklar ve gençler için yaz kampı açmış diye herkes seviniyordu. Fakat sanki gizli bir iş yapılıyormuş gibi, Türkiye’de bir gazete, “Amerika’da Şeriat Kampı” diye manşet attı. Öğle namazı kılan velilerin ve ziyaretçilerin fotoğrafını yayınlayarak altına, “Geceleri çocuklara zorla namaz kıldırıyorlar” diye yorum yazıldı. Televizyon kanallarında tartışma konusu oldu.
O ziyaretçilerin içinde bir doktor da vardı: Necdet Bey. Bu eğitim hareketi çok hoşuna gitti ve bizden ayrılmaz oldu. O yaşında arabayla bizimle beraber dolaşıyor, sohbetlerimize katılıyordu. Bir gün “Ben, bu anlattıklarınızı bir yerden hatırlamaya başladım” diyerek söze başladı: “Biz İzmir Tire lisesinde öğrenciyken pazar günleri bize Kireççi Hafız lakaplı biri gelirdi, benzer şeyler anlatırdı. İslamiyet, vatan, millet ve aile hakkında çok güzel mevzular üzerinde dururdu. Biz ondan çok şey öğrendik. Hatta diyebilirim ki benim aile hayatımın sağlam kalması onun ibret verici nasihatlerinin neticesidir. Çünkü benim kıymetli eşim kolej mezunudur. 52 kız arkadaşının hepsi de eşlerinden ayrıldı, ama biz ayrılmadık. Şimdi iki evladım da benim gibi doktor ve Amerika’da bulunuyorlar.”
Sonra bir gün 1946’da arkadaşları ve Kireççi Hafız’la beraber çektirdikleri fotoğraflarını getirdi. Baktım, Kireççi Hafız dediği kişi Ahmed Feyzi Kul. Kendisinden kalan kitaplarının ve el yazılarının arasında maden arama ile ilgili bakanlıklara yazdığı dilekçeleri ve gelen resmî yazıları görmüştüm. Her halde kireç kuyuları ilgili de çalışmaları da vardı ve halk arasında o lakapla anılıyordu. Hatta Mustafa Birlik Ağabey bir hatırasını anlatırken şöyle demişti: “Ahmed Feyzi Ağabey ile ben sanıktık. O zaman, Doğu Menzil Komutanı General Faruk Güventürk gazetelere, ‘Memleketimizde tehlike sadece kızıl komünistlerden gelmiyor. Bir de yeşil komünistler var. Onlar Nurculardır. Onlara Rusya’dan 50 bin Ruble para geldi’ diye beyanat vermişti. Ahmed Feyzi Ağabeyle, Mustafa Birlik Ağabey de cevap olarak, ‘Sen kimin paşasısın, sen kimin maşasısın’ diye yazıyla karşılık vermişlerdi. O da bunları orduya hakaretten mahkemeye vermişti. Mahkemeye müracaatımızda, ‘Biz muhitimizde Nurcu olarak bilinen kimseleriz. Bu iki gazetede çıkan yazılardan sonra muhitimizde bizi Nurcu olarak tanıyanlar lâtife olarak bile olsa, bizi tahkir etmeye başladılar. Dolayısıyla biz kendimizi müdafaa etmek sadedinde kaldık’ dedik. Bunun üzerine mahkemenin verdiği karar: ‘Sanıkların iddia ettikleri gibi Nurcu olup olmadıklarına dair Emniyete yazı yazılarak sorulmasına, ayrıca sanıkların muhitinden onar kişilik şahidin getirilip dinlenmesine…’ diye çıktı. Sonra Ahmed Feyzi Kul Ağabey ikamet ettiği Çamlık’tan, ben de İzmir’den şahitler getirdik. Şahitler dinlendi. O zaman Çamlık’ın muhtarlığını yapmış bir şahit geldi. Enteresan bir adamdı, etrafına bakıp bakıp konuşuyordu. İfade verirken mahkemeye, ‘Efendim! Kireççi dediğin zaman (Ahmed Feyzi Ağabeyi kastediyor), Denizli’den İzmir’e kadar Nurcu olduğunu bilmeyen yok ki…’ deyince hâkimler dâhil herkes gülmeye başladı. Neticede şahitler dinlendi. Emniyetten gelen yazılarla da Nurculuğumuz tasdik edilmiş oldu.”
İşte 1946’da İslamî bilgileri Kireççi Hafız dediği Ahmed Feyzi Kul’dan almış olan Dr. Necdet Beyin, 2016’da, yani tam yetmiş sene sonra felç olduğunu duydum. Ziyaretine gitmek istedim. “Hafızası zayıflamış, artık kimseyi hatırlamıyormuş” denilmesine rağmen Amerika’da adresini temin ettik ve uzun bir uğraşmadan sonra bakıldığı yere ulaşabildik. Hayırlı bir evlat olan kızının yanında kalıyor. Doktor hanım ayrıca bir bakıcı tutmuş. Yanına vardığımızda Necdet Bey her şeye rağmen bizleri tanıdı ve bir ara “Kireççi Hafız!” dedi. Bu hayırlı evlada, babasıyla olan hatıralarımızdan bahsettik ve kendisine çok teşekkür ettik. Ziyaretimizden birkaç ay sonra Necdet Ağabeyimizin vefat ettiğini öğrendim. Allah rahmet eylesin.
1 Temmuz 1898’de Isparta’nın Uluborlu Kazasında dünyaya gelen Ahmed Feyzi Kul, 1915’te İstanbul Darülmuallimîn’in (erkek öğretmen okulu) son sınıfında talebe iken emsalleri gibi tahsilini yarıda bırakarak cepheye koşar, ihtiyat subayı olarak kıtaya sevk edilir. Filistin cephesinde Ali İhsan Sabis Komutasındaki Dîri Bellut savaşlarında yaralanıp İngilizlere esir düşer. Üç ameliyattan sonra, Malta esir kampında kalır ve orada İngilizce öğrenir. 1919 esir mübadelesi kapsamında memleketine iade edilir. Kısa bir süre sonra, bu defa da İstiklâl savaşına katılır. Bu esnada sağ elini bir kurşun delip geçer. Eli sakat kalır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Gazi el” olur. Bu yüzden emekliye sevk edilir.
Aslında İstiklâl Harbinden sonra Uluborlu’ya döndüğünde mallarına el konulduğu için Aydın’ın Ortaklar bucağında İngiliz Demiryolu Şirketine ait istasyon civarında birkaç tane memur evinin bulunduğu yere yerleşir. Malta’da öğrendiği İngilizcesiyle İngilizlerle irtibata geçer. İsmini Crespi ailesinden alan Crespi arazilerinde önceleri ortaklık usulüyle çalışmaya başlar. İngilizler ayrılırken dürüstlüğünü takdir ettikleri Ahmed Feyzi’ye, “Biz senden para istemiyoruz. Çalışır, kazanır, ödersin” diyerek arazilerini üzerine tapu ederler.
Bir gün düşmanları, oralarda Arap Süleyman diye bilinen ve eşkıyalık ile geçinen birini çağırıp “Al şu parayı, o Kireççi Hafız’ı (Ahmed Feyzi’yi) öldür!” diye talimat verirler. Bundan haberi olmayan Ahmed Feyzi Kul, âdeti üzere her sabah okuduğu gibi, o gün de yedi Âyete’l-Kürsî okur. Altı cihete üfler yedinciyi okuduktan sonra içine çeker. O gece pusu kuran Süleyman, nişan alır ama silahını ateşleyemez. Ertesi gün de silah ateş almaz. “Bunda bir iş var” deyip gider, adamların paralarını verir ve “Ben o hafızı vuramam!” der.
Milaslı Halil İbrahim Çöllüoğlu vesilesiyle daha 1930’lu yıllarda Risale-i Nurları tanıyan Ahmed Feyzi Kul, belağatlı üslubu ile Bediüzzaman Hazretlerine bir mektup yazıp Eğirdirli bir zatla gönderir. Mektubu götüren zat, “Kimden” diye sorulduğunda da “Aydın Müftüsünden” der. Onun için mektubun üzerine “Yeni kardeşimiz Müftü Ahmed Feyzi Efendinin fıkrasıdır” diye not düşülür. Eskişehir Mahkemesinde ele geçen bu mektup yüzünden, adı Ahmed olan Aydın Müftüsünü de Eskişehir Hapishanesine sevk ederler!
1946 yılının Ramazan ayında Ödemişli bir grup, Ahmed Feyzi Efendinin mübarek ayda vaaz vermesini ister; o da Tire Merkez Camiinde vaaz eder. Büyük bir alaka olunca Emniyet, konuşmasını yasaklar. Ödemiş eşrafından bazıları, “Başbakan Şükrü Saraçoğlu bugün yarın Ödemiş’e gelecekmiş; ona arz eder, izin alırız” derler. Saraçoğlu’nun Ödemiş Gölcük’te yazları gelip dinlendiği bir köşkü vardır. Gelince de ziyaretine giderler. Ahmed Feyzi Kul’un konuşmaları Başbakanın çok dikkatini çeker. Hizmetçisine de kendilerine kahve söylemesini emreder. Ahmed Feyzi Kul, “Beyefendi, galiba Ramazan ayı olduğunu unuttunuz!” diye hatırlatma yapar. Saraçoğlu, “Hayret! Sizin gibi medeni bir insanın oruçla, Ramazanla ne ilgisi olabilir?” der. Ahmed Feyzi Efendi: “Sayın Başbakan! Siz bir devlet büyüğü olarak Ramazan ayında olduğumuzu unutmuş olamazsınız. Askerlikte komutana bütün ordunun selâm vermesi mecburîdir. Hatta komutan bir ere, ‘Taşa selam ver!’ diye emretse, o er gider gelir, o taşa selâm verir. Sizce erin taşa selâm vermesi mantıklı mıdır?” Saraçoğlu, “Elbette bu bir disiplin meselesidir. İtaat eğitimi için gereklidir” deyince Ahmed Feyzi Kul, beklediği bu cevaptan sonra taşı gediğine koyar: “Efendim, insanlardan meydana gelen bir birliğin komutanı böyle bir uygulamayı lüzum görür de kâinatın ve insanın yaratıcısı ve kumandanı olan Allah (celle celâluhu), kendisine itaat için insanlardan yılda bir ay oruç tutmalarını istemesi çok mudur?” der.
Ahmed Feyzi Ağabey, müthiş bir zekâya, muhakeme gücüne ve ifade yeteneğine sahipti. Bazen bir sayfalık bir cümle kurardı; ne bir mantıkî boşluk ne bir cümle düşüklüğü ne de intizam ve insicam bozukluğuna rastlamak mümkün olurdu.
Abdülmuhsin Konevî Ağabey, Ahmed Feyzi Ağabeyi bir konferansa götürmüş. Üniversite talebeleri varmış. Onun hiç haberi yokken kürsüye davet etmişler. Düşünmüş, taşınmış, kürsüye çıkmak zorunda kalmış. İçinden geldiği gibi konuşmaya başlamış. Konuşması iki saat sürmüş. Sonra “Şimdi, işte yaptığımız bu giriş konuşmamızdan sonra, artık asıl meseleye geliyoruz” diyerek iki saat daha konuşmuş. Yaptığı dört saatlik konuşmaya rağmen, herkes pür dikkat dinlemiş ve büyük bir alkışla Ahmed Feyzi Ağabeyi havalara kaldırmış. Sonra Üstadın yanına gidince, olanları anlatılmış. Üstad Hazretleri “Acâib!” demiş. Üstadın bu ifadesinden kendisine bir ikaz çıkaran Ahmed Feyzi Ağabey, bir hafta hiç konuşmamış. Bilhassa takdir beklerken yüzüne dahi Üstadın bakmayışından endişeye kapılan Ahmed Feyzi Kul Ağabey, “Büyük bir hata işledim” diye tevbe ve istiğfara başlamış. Sonra Üstad, kendisini yanına çağırıp “Kardeşim, biz istihdam olunuyoruz. O konuşmayı sakın nefsinden bilmeyesin. Seni Allah istihdam etti de öyle güzel konuştun” demiş.
Merhum Halıcı Hüseyin Çağdır Ağabey, Ahmed Feyzi Ağabeyden bahsederken diyor ki: “Bizim İbrahim Ethem Sarıoğlu diye bir avukatımız vardı. Bir Ramazan vaizine, ‘Hocam, kafamı bir şey meşgul ediyor: Allah her şeyi yarattı, tamam; peki Allah’ı kim yarattı?’ şeklinde o zamanların modası bir sual soruyor. Hoca da “Yahu bunu karşıma niye getirdiniz? Böyle sual mi olur?’ diye çıkışıyor. Bir müddet sonra Tire Lisesindeyken aynı soruyu Ahmed Feyzi Ağabeye soruyor. O da ona “Oğlum! Bak sen tahsilli insansın, bak daha suali sorarken hata yapıyorsun, sen Hâlık arıyorsun, fakat mahlûk olsun, diyorsun. Hâlbuki Hâlık, mahlûk olmaz, mahlûk da Hâlık olmaz’ diyor. Nurlardan uzunca bir ders veriyor. Ethem Sarıoğlu, ‘Ben tam tatmin oldum’ diyerek memnuniyetlerini belirtiyor. Ahmed Feyzi Ağabey işin peşini bırakmayarak, Ethem’in ibadete de başlaması için bir mektup yazıyor. Avukat Ethem, bu veciz mektubu ezberlemiş! Ethem benim halıcı dükkânıma çok gelirdi. Böyle bir gün beraber otururken Ahmed Feyzi Ağabey de çıkageldi. Hasretle kucaklaştıktan sonra başladı mektubu ezberden okumaya. Ahmed Feyzi Ağabey, ‘Acâib! Kim yazmış bunları? Nasıl ifadeler bunlar?” demeye başladı. ‘Ahmed Feyzi Ağabey! Sen beni filanca tarihte ibadete davet için bu mektubu yazmıştın; ben bunu ezberledim!’ deyince, ‘Ah, ben eski halimi hiç göremeyom’ diye kendine has üslûbuyla cevap vermişti.”