Hz. Mûsâ aleyhisselam, Kur’ân-ı Hakîm’de adı en fazla geçen peygamberdir. 34 surede, 136 yerde zikredilir.[1]Hadis-i şeriflerde de en çok atıfta bulunulan peygamberdir. Kur’ân, risaletin işlevlerini, resullerin maruz kaldıkları sıkıntıları, bu süreçlerin nasıl yönetileceğini, onun şahsiyetinin örnekliğinde müminlere gösterir. Hz. Peygamber aleyhisselamın onun üstün makamını bildiren hadislerinden biri de özetle şöyledir: Bir Yahudi, Efendimize gelip kendisini tokatlayan bir Ensarî’yi şikâyet edince, yapılan sorgusunda Ensarî, onun Hz. Mûsâ’yı Peygamberimize üstün tutması üzerine böyle yaptığını söyledi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Beni diğer peygamberlerden üstün tutmayın! Düşünün, kıyamet günü bütün insanlar ölecekler. İçlerinden ilk dirilen ben olacağım. Birde ne görsem: Karşımda Mûsâ, Arş-ı ilahinin sütunlarından birini tutmuş! Artık bilmiyorum, benden önce mi ayıldı, yoksa Tur’daki ilk yıldırım çarpma hadisesine maruz kalmasının mükâfatı olarak mı buna mazhar oldu?”[2]
Hz. Mûsâ, siyaktan anlaşıldığına göre, yiğitlik çağına erdikten sonra Saray’dan ayrıldı ve rejimin bazı yanlışlarını tenkide başladı. Derken hakkında arama kararı çıkarılan bir kişi oldu. Bundan ötürü ortalıkta fazla dolaşmayıp tedbirli harekete yöneldi. Tanınmayacak şekilde, tenha durumlarda ortaya çıkmaya başladı.
Kasas, 14- Mûsâ yiğitlik çağına erip olgunlaşınca Biz ona hikmet ve ilim verdik. Biz iyilik edenleri işte böyle mükâfatlandırırız. 15- Mûsâ, bir gün, halkın habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. İki adamı, birbiriyle kavga eder vaziyette gördü. Onlardan biri kendi kavminden, öbürü ise düşman tarafından idi. Hemşehrisi, düşman olana karşı ondan yardım istedi. Mûsâ da güçlü bir pençe darbesiyle adamı göğsünden ittirince onu öldürdü. Arkasından: “Bu, dedi, şeytanın işindendir, kötü bir iştir. O gerçekten saptırıcı açık bir düşmandır.”
Ayette “onu vekz etti” kelimesi hakkındaki farklı izahların özeti, “yumruk attı” veya “güçlü pençe darbesiyle göğsünden ittirdi” şeklindedir. Biz birçok müfessir gibi, ikinci manayı tercih ettik.[3]
16- “Ya Rabbî, ben kendime yazık ettim, affeyle beni?” dedi. Allah da onu affetti. Çünkü O, affı ve merhameti bol olandır. 17- “Ya Rabbî!” dedi, “Bana lütfettiğin bu nimetler hakkı için, artık suçlulara asla arka çıkmam.” 18- Sabaha kadar endişe içinde, etrafı kontrol ederek geceyi geçirdi. Sabahleyin, bir de baktı ki dün kendisinden yardım isteyen soydaşı, yine onu imdadına çağırıyor. Mûsâ ona: “Belli ki sen azgının tekisin!” dedi. 19- Bununla beraber Mûsâ, hem kendisinin hem de soydaşının hasmı olan adamı tutup onları ayırmak isterken soydaşı (kendisini yakalayacağını sanarak): “Ne o, Mûsâ!” dedi, “dün bir adam öldürdüğün yetmemiş gibi bugün de beni mi öldürmek istiyorsun? Senin tek isteğin ülkede bir zorba olmaktır, asla ıslah etmek, ara bulmak istemiyorsun!” 20- Derken, şehrin öte başından bir adam koşarak geldi ve dedi ki: “Ne yapıyorsun Mûsâ? Yetkililer idam istemi ile senin hakkında karar vermek üzere toplantı halindeler. Beni dinlersen derhal şehri terk et! Ben, hakikaten senin iyiliğini isteyen biriyim!” 21- Hemen oradan ayrılıp, hep etrafını kontrol ederek endişe içinde şehirden çıktı ve: “Şu zalimler güruhunun elinden beni halas eyle ya Rabbî!” diye yalvardı. (Zalimin zulmüne teslim olmamak için hicret edecek yer düşününce Medyen’i uygun buldu).22- Medyen tarafına yönelince: “Umarım Rabbim beni doğru yola yöneltir” dedi. 23- Medyen’in su kuyularına varınca orada davarlarını suvaran bir grup insan buldu. Onların gerisinde de, kendi hayvanlarını uzakta tutmaya çalışan iki kadın gördü “Siz niçin bekliyorsunuz?” diye sordu. Onlar da: “Çobanlar hayvanlarını suvarıp ayrılmadıkça, biz suvaramayız. Babamız da hayli yaşlı olduğundan iş bize kalıyor” diye cevapladılar. 24- Bunun üzerine onların davarlarını suvardı, sonra gölgeye çekilip: “Ya Rabbî! Bana lütfedeceğin her türlü nimete muhtacım!” diye dua etti. 25- Az sonra o iki kızdan biri geldi ve utangaç bir tavırla: “Bize sunduğun suvarma hizmetinin ücretini vermek üzere babam seni dâvet ediyor” dedi. (S. Kutub burayı tefsir ederken şöyle der: Kız elçi olarak geldi. Hayâ içinde maksadı tam açıkladı. Düzgün genç kız erkekle karşılaşınca utanır, fakat istikametinden emin olursa, sözü dolaştırmaksızın net konuşur, ne noksan, ne fazla. O da böyle yaptı).[4]Mûsâ onun yanına girip başından geçen olayları anlatınca o zat: “Endişe etme, o zalimlerin elinden artık kurtuldun!” dedi. 26- Kızlardan biri: “Babacığım, dedi, bunu işçi olarak tut, zira senin çalıştıracağın en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.” 27- Babaları ona: “Kızlarımdan birini seninle evlendirmek istiyorum. Buna karşılık sen de sekiz yıl yanımda çalışırsın; şayet süreyi on yıla çıkarırsan, o da senin ikramın olur. Ben seni zahmete sokmak istemem. İnşaallah benim dürüst bir insan olduğumu göreceksin.” 28- Mûsâ: “Bu, benimle senin aramızdaki bir sözleşmedir. Bu iki müddetten hangisini yerine getirirsem bana itiraz edilemez. Yaptığımız bu sözleşmeye Allah da şahit olsun” dedi.
Tevrat’ın “Çıkış”[5]Bölümünde bu hadise şöyle anlatılır:
11- Mûsâ büyüdükten sonra bir gün soydaşlarının yanına gitti. Yaptıkları ağır işleri seyrederken bir Mısırlı’nın bir İbrani’yi dövdüğünü gördü. 12- Çevresine göz gezdirdi; kimse olmadığını anlayınca, Mısırlı’yı öldürüp kuma gizledi. 13- Ertesi gün gittiğinde, iki İbrani’nin kavga ettiğini gördü. Haksız olana, “Niçin kardeşini dövüyorsun?” diye sordu.
14- Adam, “Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?” diye yanıtladı, “Mısırlı’yı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?” O zaman Mûsâ korkarak, “Bu iş ortaya çıkmış!” diye düşündü. 15- Firavun olayı duyunca Mûsâ’yı öldürtmek istedi. Ancak Mûsâ ondan kaçıp Midyan yöresine gitti. Bir kuyunun başında otururken 16- Midyanlı bir kâhinin yedi kızı su çekmeye geldi. Babalarının sürüsünü suvarmak için yalakları dolduruyorlardı. 17- Ama bazı çobanlar gelip onları kovmak istedi. Mûsâ kızların yardımına koşup hayvanlarını suvardı. 18- Sonra kızlar babaları Reuel’in yanına döndüler. Reuel, “Nasıl oldu da bugün böyle tez geldiniz?” diye sordu. 19- Kızlar, “Mısırlı bir adam bizi çobanların elinden kurtardı” diye yanıtladılar, “Üstelik bizim için su çekip hayvanlara verdi.” 20- Babaları, “Nerede o?” diye sordu, “Niçin adamı dışarıda bıraktınız? Gidin onu yemeğe çağırın.” 21- Mûsâ Reuel’in yanında kalmayı kabul etti. Reuel de kızı Sippora’yı onunla evlendirdi. 22- Sippora bir erkek çocuk doğurdu. Mûsâ, “Garibim bu yabancı ülkede” diyerek çocuğa Gerşom adını verdi. 23- Aradan yıllar geçti, bu arada Mısır Kralı öldü. İsrailliler hâlâ kölelik altında inliyor, feryat ediyorlardı. Sonunda yakarışları Tanrı’ya erişti. 24 -Tanrı iniltilerini duydu; İbrahim, İshak ve Yakup’la yaptığı antlaşmayı anımsadı. 25- İsrailliler’e baktı ve onlara ilgi gösterdi.
Kıssanın aslı aynı olmakla beraber dikkat çeken bazı farklılıklar vardır ki onlar şunlardır: Tevrat’a göre Hz. Mûsâ kasten öldürmüş, sonra maktulü kuma gömmüş, ertesi günkü kavga iki İbrani arasında olmuş, Mısır’dan çıkma konusunda teşvik almamış, Medyen kâhini Reuel’in yedi kızı ile karşılaşmış, Medyen’de kaldığı süre bildirilmemiş. Kur’ân’a göre ise öldürmesi isteyerek olmamış, gömmesinden söz edilmemiş, ertesi günkü kavga bir İbrani ile bir Kıpti arasında olmuş, hakkında idam tehlikesi sebebiyle acele ülke dışına çıkmaya teşvik eden bir insan devreye girmiş, Medyen’deki salih zatın iki kızı ile karşılaşmış, o zat ona güvence verip barındırmış, ona damat olup irşad ve eğitiminde on yıl kaldıktan sonra tebliğ için ailesi ile birlikte Mısır’a gitmiş. Kâhin burada “bilge kişi” şeklinde anlaşılabilir. Kur’ân ismini vermeksizin salih, bilge bir kişi olarak nitelendiriyor.
Medyen neresi ve niçin Medyen’i düşündü? İlk hatıra gelen şey: Çıkılacak en yakın bir yer olması, Hz. İbrahim (aleyhisselam) geleneğinden olması itibarıyla hem soy yakınlığı hem de dil yönünden anlaşma imkânı vermesi olur. Medyen, Hicaz’ın kuzeyinde Şam diyarının güneyinde, Kızıldeniz’in ucundaki Akabe körfezinin doğusunda, Mısır, Filistin ve Lübnan ile ticareti olan bir şehir idi. Bugün Maan denilmektedir. Bu isim, Hz. İbrahim aleyhisselamın evlatlarından biri olan Medyen’in diyarı olmasıyla ilgili görülmektedir.[6]Araştırmacıların çoğuna göre Medyen bir Arap kabilesidir.[7]Tevrat’a göre Medyen, Mısır ve Kenan ile ticaret yollarını elinde tutan yerleşik ve göçebe kabilelerin hâkimiyeti altında idi.[8]Bu kabileler başta ticaret olmak üzere hayvancılık ve madencilik yapıyorlardı.[9]Hz. Mûsâ’dan uzun zaman sonra Medyenliler ile İsrailoğulları arasında savaştan söz edilmektedir.[10]
Bu salih zat, müfessirlerin büyük ekseriyetine göre Hz. Şuayb aleyhisselamdır. Fakat İbn Kesir şöyle der: Şuayb (İsrail oğulları) halkına hitap ederken, Lut kavmine yakın bir zamanda yaşadıklarını hatırlatır. “Lut halkı ise (zaman ve mekan bakımından) zaten uzağınızda değil” der(Hud 11/89). Lut ise Hz. İbrahim (aleyhisselam) ile çağdaş idi. Böyle olunca Mûsâ aleyhisselamdan dört yüz yıl kadar önce yaşamış olması gerekir.[11]Kur’ân isim vermiyor. Şuayb olsaydı, adını vermesi beklenirdi. Son dönem müfessirlerinden Meraği ve Seyyid Tantavi de (ö. 1431/2010) bu görüşü tercih eder,[12]Medyen’de Şuayb ümmetinden salih bir kişi olduğunu düşünürler. Bazıları bu soruya cevap için, Allah’ın ona has olarak çok uzun bir ömür verdiği ihtimali üzerinde dururlar ki bu tekellüfe hacet yoktur. Her hâlükârda bu mihmandarın Şuayb aleyhisselamın manevi şahsiyeti olduğu kesindir. Bu zat onu misafir etmenin ötesinde, bütün varlığı ile bir himaye göstermiştir. Hayat hikâyesini dinledikten sonra onun dürüst, cesur, hikmet ehli bir Allah adamı olduğunu anlamış, onun en büyük ihtiyacının yemekten bile önce, güven olduğunu görüp ilkin: “Korkma! Firavun’un sultası buraya ulaşamaz, sen tam bir emniyet içindesin” demiş, ardından: “Zalimlerin elinden kurtuldun” diye eklemiştir. Böylece diplomasi yoluyla iadesini istemenin de sonuçsuz kalacağına, haydut operasyonu ile kaçırılmasına asla imkân vermeyeceğine dair güvence vermiştir. Mûsâ da, kızının haberi üzerine, önemli bir kişinin kendisini davet ettiğini sezmişti. Yanına varınca her tarafından ruhaniyat dolu, nübüvvet nuruyla parlayan bir haneye girdiğini hissetmişti. Onun mükemmel bir rehber olduğunu anladı. Şuayb ise liyakatli, ilim ve marifet almaya kabiliyetli bir muhatap bulduğunu gördü. O, kaçırılmayacak dürüst, zeki bir damat ve evlat bulurken, Mûsâ da kaçırılmayacak dindar, zeki, görgülü, maharetli bir eş teklifini, bahası ağır da olsa memnuniyetle kabul etti. Feyizle dolu on senelik gibi uzun bir eğitimden sonra, risaletin ağırlığını yüklenecek ve müthiş bir imparatorla boy ölçüşecek olgunluğa erişince, Şuayb (aleyhisselam), kendisini onunla karşılaşması için Mısır’a uğurladı.
Kur’ân-ı Hakîm’in bu anlatımı bazı önemli prensiplere dikkat çekmektedir. Bunlar arasında şunları belirtmekle yetinmek istiyoruz:
1- Peygamberler daima haktan yana olup haksızlığa uğrayanları korurlar. Hz. Mûsâ (aleyhisselam) hem Mısır’da hem de Medyen’de iken bu prensibin örneklerini vermişti.
2- İyilikleri ihsan şuuruyla, Allah’ın huzurunda olduğu şuuru içinde yapmak gerekir. Hz. Mûsâ geri plana itilen iki masum kıza, Allah rızası için yardım etti. Allah da bu ihlasına, beklemediği büyük mükâfatlar verdi. Hz. Şuayb’in himayesine, güvencesine, ikramına, irşadına ve nihayet pek değerli kızının kocası olarak damatlığına nail oldu. Öyle bir Üstadın eğitimi ile büyük bir ümmeti eğitecek dirayete ulaştı.
3- Hak dostları kendilerine yapılan hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmazlar. Onun için Hz. Şuayb hemen haber göndererek bu liyakatli kişiyi ödüllendirmek istedi.
4- Allah’ın has kulları, devamlı olarak O’nunla irtibatlarını sağlam tutarlar. Kıssa onun bu irtibatının ve tevekkülünün örnekleriyle doludur. (Mealini verdiğimiz 15, 16, 17, 18, 21, 22, 23, 24, 28. ayetleri dikkatlice okuyunca, bu murakabenin örneklerini bulabiliriz).[13]
Bu kıssadan çıkarmamız mümkün olan önemli bir derse de yer vermek istiyoruz: Kur’ân, bütün peygamberlerin, özü Allah’a teslimiyet demek olan İslam dinini tebliğ ettiklerini, nübüvvet binasının tek bir bina olduğunu bildirir. Ezcümle başlıca bütün peygamberlerin tebliğlerine yer verdikten sonra,[14]fezleke olarak Allah Teâlâ: “İşte sizin bu dininiz bir tek dindir. Rabbiniz de Ben’im. Öyle ise yalnız Bana ibadet edin!” buyurur.[15]
Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) şu hadis-i şerifinde kendisini nübüvvet binasının son tuğlası olarak nitelendirir: “Benimle diğer peygamberlerin durumu, bir bina yapıp onu tamamlayan, yalnız bir tuğla yerini boş bırakan bir Zatın durumuna benzer. Oraya giren insanlar şaşırır ve “Eksik tuğlayı da yerleştirseydi mükemmel olacaktı!” derler. “İşte ben o eksik tuğla durumundayım, geldim ve peygamberlik binasını tamamladım.”[16]Bunun da ötesinde o, peygamberlerin hepsinin soy kardeşi gibi olduklarını ilan eder:“Ben hem dünyada, hem ahirette Meryem oğlu İsa aleyhisselama en yakın olan insanım.” “Nasıl, ya Resulullah?”diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Peygamberler babaları bir anneleri farklı kardeşlerdir. Ama dinleri birdir. İkimiz arasında başka peygamber bulunmadığından ona en yakın olan benim.”[17]Onlar iman esaslarında ve ibadetlerin asıllarında birdirler, yalnız ibadetlerin bazı sıfatlarında farklılıklar bulunmuştur. Allah, beşeriyetin gelişme seyrine göre, değişik zamanlarda farklı hükümler göndermiştir.
Faklı dinlere mensup olanların, bu yakınlığı unutma tehlikesine maruz kaldıkları da bir vakıadır. Onun içindir ki Hz. Muhammed’in (aleyhissalatü vesselam) insanlık tarihinin başından, Hz. Âdem’den (aleyhisselam) itibaren kendisine kadar gelen bu nübüvvet mirasına bütün kuvvetiyle sahip çıktığını, peygamberlerden hiç birine en ufak toz kondurmadığını ve insanlara onlar hakkında nasıl davranmaları hususunda önemli dersler verdiğini görmekteyiz. (Hz. İbrahim, Hz. Lut, Hz. Yusuf, Hz. Mûsâ, Hz. Yunus, Hz. İsa (aleyhimüsselam) hakkındaki beyanları için bkz. Nübüvvet Binası[18]). Böylece onun kutlu şahsiyeti, dinlerin aslının buluşmasının mükemmel bir örneğini teşkil etmektedir.
Maalesef zaman içinde ümmetler kendi taassuplarını din haline getirip peygamberlerinin talimatlarından uzaklaşmış, bunu yaparken de peygamberlerine bağlı kaldıklarını iddia etmişlerdir. Yahudiliğin en büyük önder bildiği Hz. Mûsâ’nın Medyen hayatı onun Arap diyarında bir peygamber ocağı ile bütünleştiğini göstermektedir. Bu hukuk öyle kapsamlıdır ki onları önder kabul eden milletlere asırlarca devam edecek bir akrabalık, bir vefa ve beraberlik duygusu vermesi beklenirdi. İlgili tarafların bu hatırayı canlı tutmaları gerekirdi. Böyle iken o ümmetlerde bunu göremiyoruz. Arada bir bile hatırlama alameti ortada yok. Kutsal kitaplarında hadise ayrıntılı olarak durduğu halde görmezden geliyorlar. Oysa düşmanlık taassupları uyandıracakları yerde bu kaynaklara yönelselerdi, aktüel problemlerine ve düşmanlıklarına da çözümler bulmaları mümkün olabilecekti. Biri Hz. Mûsâ’ya (aleyhisselam) ve Tevrat’a, öbürü Hz. Muhammed’e (aleyhissalatü vesselam) ve Kur’ân’a dayandığını söylemesine rağmen iki ümmet yetmiş yıldan beri sürekli savaş halinde; her gün oluk oluk kan akıyor, insanlar ölüyor, ölmeyenlerin hayatları zehir oluyor. Kendileri yoksulluk içinde yaşarken birikimlerini öldürücü ve çok pahalı silahlara gömüyorlar. Kutsal kaynaklar iyi değerlendirilirse, bir barış imkânı verebilir. “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” prensibine göre taraflar uzlaşma sağlayabilirler. Bir taraftan Hz. Yuşa, Hz. Süleyman, öbür taraftan Hz. Ömer, Salahaddin, Yavuz Selim artık yok. Şimdiki şartlarda barış içinde, bir arada yaşama imkânlarını arayıp asırlık kan akışını durdurma çaresini bulmaya çalışmalı. Osmanlı’nın, Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs surlarını yenilerken El-Halil girişindeki kapı üstüne yazdırdığı,[19]“La ilahe illallah. İbrahim Halilullah” (Allah’tan başka tanrı yoktur. Hz. İbrahim Allah’ın dostudur) formülü ile Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler arasında dört asır bu barışı sürdürdüğünü unutmayalım. Şimdi Filistin için Birleşmiş Milletler’in iki devletli çözüm önerisi de mevcut şartlarda bu asırlık savaşları durdurabilir. Uluslararası topluluk, İsrail devletine bunu uygulatmak için yaptırım kullanmalıdır. İşte Hz. Mûsâ, işte Hz. Şuayb, işte Medyen, işte Kudüs… Yoksa savaş için tarafları kışkırtan fakat çözümü bir adım bile ileri götürmeyen politikacılar, kendi başkanlıklarını sürdürmek için daha çok nesilleri kırdıracaklardır. Mühim olan, kutsal emaneti, akl-ı selim ile uygulamaktır. Rabbimizden taraflara doğru tutumu ilham edip uygulamaya muvaffak kılmasını dileriz.
Dipnotlar
[1]Ö. F. Harman, Hz. Musa md., TDV İslam Ansiklopedisi.
[2]Müslim, Fedail, 23; Buhari, Menakıb, 18.
[3]Ebu Ubeyde, Taberi, Zeccac, Maturidi (Mücahid’den), Zemahşeri, Ebu Bekr İbnu’l-Arabi, Razi Kasas 28/15 ayetinin tefsirinde.
[4]Fi Zılali’l-Kur’an, Kasas 28/25 ayetinin tefsirinde.
[6]Tevrat, Tekvin, 25/2; Tarihler 1/32.
[7]Kur’an’ın şu ayetlerinde Medyen adı geçer: 7/85; 11/ 84; 29/36; 20/40; 28/22-28. Ashab-ı Medyen olarak: 9/70; 22/44; 15/78; 26/176; 38/13.
[9]Ö.F. Harman, Medyen md., TDV İslam Ansiklopedisi.
[11]İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Kasas 28/25 tefsirinde.
[12]Tefsirlerinde Kasas 28/25 ayetinin tefsirinde.
[13]Bkz. Nasır Mekarim Şirazi, Et-Tefsiru’l-Emsel fi Tefsiri Kitabillahi’l-Münzel, Kum, 2005.
[14]Enbiya 21/ 48 ila 91 pasajı.
[16]Müslim, Fedail, 23; Buhari, Menakıb, 18.
[17]Buhari, Enbiya 48; Müslim, Fedail, 145.
[18]S. Yıldırım, Kur’an’a Bakışlar, c. 3, s. 495–500, İstanbul: Işık Akademi Yayınları, 2012.