Mağaradakiler ve Bizler

Durgun sudan zehir bekle.”[1] diyordu İngiliz şair ve ressam William Blake (1757–1827). Yeryüzünün akışlarıyla bağlantısı kesilmiş sular bir süre sonra kokuşur ve zehir üretir.

Anlatılmak istenen mesajın doğrudan değil de birtakım sembollerle ifade edilmesine edebiyatta “alegorik anlatım” denir. Mesela alegorik anlatımlarda tilki kurnazlığın, karınca çalışkanlığın ve ağustos böceği tembelliğin simgesidir. Köpek denince ise aklımıza sadakat gelir. Birine taş kalbli denirse insanlığını ve vicdanını kaybetmiş anlamı tedai eder. Alegorik anlatımdan haberi olmayan ve bilim gözlüğü ile bakamayan kimseler, “Yer öküzün üstündedir.”[2] hadis-i şerifinde neyin anlatılmak istendiğini anlayamaz. “Adamın gölgesi boyundan uzun.” sözünü duyarsa maksada intikal edemez. Olaylar da böyledir. Sözlerin arkasında başka bir mânâ olduğu gibi, olayların perde arkasında da başka gerçekler olabilir.

Etrafımızda olup biten olayların perde arkasına akıl sahibi olduğunu iddia eden kaç insan muttali olabiliyor? Necip Fazıl, “Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var / Akıl için son çare, saçlarını yolmak var…”[3] diyor. Gerçekten, bilim gözlüğünü takıp analitik bir bakışla derinlemesine baktığımızda bir gerçeği anlamaya başlıyor gibi oluruz. Fakat bir müddet sonra, yeni bakış açılarıyla hakikatin farklı vechelerini fark ediyoruz.

Platon’un asırlar önce anlattığı ünlü bir hikâye vardır: Mağaradakiler.

İnsanlar karanlık bir mağaranın içinde zincirlenmiş, arkalarında yanan ateşin ışığıyla önlerine yansıyan gölgelerinden başka bir şeyi görmezler. Üstelik kendi gölgelerini de gerçek sanırlar. Yani mağaradakilere göre kendilerinden ve gölgelerinden başka bir gerçek yoktur.

Bir gün içlerinden biri, her nasılsa zincirinden kurtulur ve mağaradan dışarıya çıkar; güneş ışığını ve rengarenk çiçeklerle süslü dünyayı keşfeder. Dışarıda yemyeşil ağaçlar, kuş sesleri ve tertemiz bir hava vardır. Büyük bir sevinçle ve heyecanla mağaraya döner. Gördüklerini anlatmaya başlar. Fakat o da ne? İçeridekilerden hiçbiri kendisine inanmaz. Mağaradakiler, hayatları boyunca karanlık ve gölgelerden başka bir şey görmemişlerdir. Bir kısmı da şiddetle karşı çıkar aydınlık dünyanın habercisine.

Hikâye günümüz insanlarının hâlini anlatıyor sanki. İnsanlar cehalet, fakirlik ve ihtilafların karanlık koridorlarında, gerçekleri anlamıyor veya anlamak istemiyorlar. Üstelik topluma sürekli korku da pompalandığından esarete mahkûm oluyor, güçlü zorbalara biat etmeye zorlanıyorlar. Karanlıkta yaşamaya alışmış ruhlar ise mağaradakiler gibi aydınlanmak istemiyor, aydınlanmaya karşı direniş gösteriyor, hatta düşmanlık yapıyorlar. Bu gibi kimseler ışıktan, yani gerçeğin ortaya çıkmasından da çok korkuyorlar.

Oysa Yüce Kitabımız, tefekkürü ve ilmi teşvik ediyor. Elde ettiğiniz bilgileri saklamadan insanlığın faydasına kullanmamızı, aydınlanmamızı ve aydınlatmamızı emrediyor. Ancak insanlığı cehalet ve yoksulluk girdabına iterek kolayca biat etmeye zorlayan zulüm ehli, okuyan ve yazan, karanlıkları aydınlatmaya çalışan kimselere düşmanlıkta sınır tanımıyor. Yeni doğmuş bebekleri, felçli, yaşlı kimseleri, kanser hastalarını ve masum kimseleri hapislere atıyorlar.

Peki, kitap ve bilimlerin ışığında hakikate ulaşmayı gaye edinen, ışığa yüzünü dönmüş aydınlık ruhlara bu durumda düşen görev nedir? Mademki ışığı ve renk renk çiçekleri gördüler, tertemiz bir iman ikliminin havasını tattılar, o hâlde bu güzel insanlar, hiçbir olumsuzluğa takılmadan ısrarla yollarına devam etmelidirler.

Kâinatın her an genişlemesi gibi, her an bilgi dağarcığımızı genişletmek, gaye-i hayalimizin gereğidir. Bizden sürekli gelişmemiz ve yerimizde durmamamız bekleniyor. Özellikle genç kardeşlerimizin bilime yönelmeleri, insanlığa faydalı işler üretmeleri ciddi bir hedef olarak önümüzde duruyor.

Akan sular genellikle temizdir. Durgun sular ise ya zamanla kokuşur ya da buharlaşır. Aksiyonda gözden kaçırılmaması gereken husus, müspet harekettir.

Askerlik hizmetini yaparken Risale-i Nur’u okuduğu için göz altına alınan Mehmed Kırkıncı’ya Üstad Bediüzzaman Hazretleri, talebesi Süleyman Kaya Ağabey aracılığıyla şu mesajı iletir:

Bu gibi hadiseler fırtınaya benzer; ağacın çürük meyvelerini düşürür. Geriye sağlamları kalır. Tedbir hizmettendir. Menfi hareket yasak. Biz devenin üstünde bir hazine götürüyoruz. Deve, yumurtaların üstünde yürüyor. Ne yumurtalar kırılacak ne de deve duracak.”[4]

İyi insanlara her devirde zulümler yapılmıştır. Buna rağmen iyi insanlar, iyilik yapmaya devam etmiş, her türlü zorluğa sabrederek, gittikleri yerlerde en güzel başarılara imza atmışlardır. Bize düşen görev de budur. Okuyacak, okuduklarımızı, öğrendiklerimizi icraata dökecek, yazacak ve insanlığa yararlı hizmetler edeceğiz.

Gittiğimiz her beldede oraların kanun ve gelenekleriyle çatışmadan, insanlığa barış ve güzellikler sunmak demek olan Hizmet Hareketi’nde aktif olmaya devam edeceğiz. Bunun için durmadan yürümeli, sabretmeli ve asla menfi bir harekete tevessül etmemeliyiz. Zira herkes kendi karakterine yakışanı yapar. Gül yetiştirmek isteyenler güllerle meşgul olmalı, dikenlere ve gübre kokusuna aldırmamalıdır. Cehaletin mağarasında kendi gölgesinden ve sığ düşüncelerinden başka gerçek olmadığını sananlar; güllere, güneşe, nura ve aydınlık ruhlara düşmanca davransa da bizler sadece gül yetiştirmeye odaklanmalıyız.

Dipnotlar

[1] William Blake, “The Marriage of Heaven and Hell”, blakearchive.org/work/mhh

[2] Bkz.: Et-Taberî, Câmiu’l-Beyân, 1/153, 194, 21/72; El-Hâkim, El-Müstedrek, 4/636; İbni Abdilber, Et-Temhîd, 4/9; El-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8/131 (Bezzar’dan naklen).

[3] Necip Fazıl Kısakürek, “Anlamak”, Çile, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 2011, s. 75.

[4] Mehmed Kırkıncı, “Askerlik Hatıraları”, mehmedkirkinci.com/askerlik-hatiralari.html

Bu yazıyı paylaş