Hayretler kuşağında yaşıyoruz. Her ne kadar şu an için yaşanılanları hakkıyla idrak edemesek de bu böyle. Bunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz. İstediğimiz gibi gitmeyen neredeyse her olay, işin sonunda “İyi ki böyle olmuş.” dedirtiyor âdeta. Kaderin her ikazından sonra secdeye gidiyor, tövbe ve istiğfar ediyoruz.
Paulo Coelho’nun Simyacı isimli romanındaki kahraman (Santiago), aradığı şeyi bulmak için yaşadığı yerden çıkıp yıllarca dolaştıktan sonra, umutsuz ve yorgun bir şekilde köyüne dönerken bir keşif yaşar. Yıllardır aradığı şey, aslında yaşadığı köydeymiş. Onu bulabilmek için oradan çıkması gerekiyormuş.
Bu süreçte zorluklara ve imtihanlara mârûz kalan ailelerin fertlerine teselli vermek ve alternatif mekânlarda onları rehabilite etmek için bizler de özellikle çocuklarla oyun alanlarına gidiyoruz. Bu kapalı oyun alanları çok güvenli ve rahat, ayrıca oldukça ucuz. Bir gidişte çocukların iki üç saat kalma imkânı oluyor.
Geçenlerde ailece böyle bir yere gitmiştik. Kızımla oyun parkında vakit geçirirken eşim de oyun alanını gören parkın kafeteryasında, yakında gireceği imtihana hazırlanıyordu. O çalışırken yaşlı bir Alman yanına yaklaşmış. Dikkatini çektiğini söyleyerek ne çalıştığını sormuş. Eşim de dil imtihanına hazırlandığını söylemiş. O arada kızımla yanlarına geldik. Sonra sohbet etmeyi sürdürdü yaşlı Alman. Kendisi de torununu getirmiş. İşimizi, milliyetimizi, nerede yaşadığımızı sordu. Gitme vaktimiz gelmişti. Vedalaşırken telefon numaramızı istedi ve yine görüşmek istediğini belirtti. Biz de numaramızı verip ayrıldık.
Birkaç hafta içinde bizi aradı ve buluşmak için karar verdik. Hanımıyla beraber evimize misafir oldular. Tanıştık, yemek yedik ve çay içtik. Almanya’ya geliş hikâyemizi merak etti. Biz de dilimiz döndüğünce anlattık. Sonra söz Türkiye’deki hazin tabloya geldi. Mağdur ve mazlum kardeşlerimizin durumunu anlattıkça hanımefendinin yüz ifadesi ağlamaklı oldu. Aynı acıyı yaşıyor gibi oldular.
Bütün bunların sadece Hizmet Hareketi’ne gönül verdiğimiz için başımıza geldiğini duyunca daha da şaşkınlık yaşadılar. Misafirimiz tarihî bir referansla açıklamaya çalıştı bu mağduriyetleri. II. Dünya Savaşı’nda yapılan zulümleri meşrulaştırmak için Paris’te saklanan bir gruba uygulanan taktiği anlattı: “Hitler, onları saldırgan hâle getirmek için çok uğraştı. Bir bahane lazımdı ona. Neticede şunu diyecekti dünyaya: ‘Görüyor musunuz? Bunlar terörist bir grup. İşte bu yüzden ben haklıyım.’ Ancak bunu başaramadı. Görüyorum ki sizin de durumunuz bundan çok farklı değil. Bir insan eşini, çocuğunu, işini, mülkünü, akrabalarını, dostlarını, hürriyetini, geçmişini ve vatanını terk etmek zorunda bırakılacak ve bütün bunlara rağmen saldırganlaşmayacak. Bu, tarihte çok az görülmüş bir hâdisedir.”
Muhterem M. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanıdıktan sonra, onu Gandi’ye benzetti, ancak “Sûfî Gandi” şeklinde tavsif etmenin daha uygun olacağını belirtti. Bu süreçte yaşanılan hâdiselerin, muhitte ne tür tesirler yaptığına hayretle şahit olduk.
Misafirimiz bizleri şaşırtmaya devam ediyordu. Kızım Azra’nın adını duyunca, bu ismin Hazreti Meryem’in lakabı olduğunu ifade etti.
Bu kadar geniş yelpazede bilgi sahibi olan muhatabımız, en sonunda merakımızı giderdi ve bu birikiminin mesleğinden geldiğini söyledi. Meğer kendisi Mısır’da 25 yıl görev yapmış, çocuklarını da orada yetiştirmiş bir papazmış.
Bulunduğumuz şehrin çok sakin bir yerinde, mütevazı bir evde yaşıyorlarmış. İki ay sonra tekrar bir araya gelmek için sözleşip uğurladık kendilerini.
Bir kez daha Simyacı’daki hakikati arayan kahramanın durumuna benzer bir hâl yaşadık. Aslında yaşadığımız süreçte, farkında olmadan, istikbaldeki hizmetlerin taşlarının döşendiğini hayretler içinde gördük.