Naklî ilimlerin mükâşefe kısmına gelince, bu da, ledünnî ve vicdanî namlarıyla iki bölümde mütalâa edilmiştir ki, “Kalbin Zümrüt Tepeleri”ni doğrudan doğruya alâkadar eden de işte bu bölümdür. Bu bölümde ele alınıp işlenen şeyler, bir açıdan müstakil gibi görünse de, esasen bunlar da yine Kitap ve Sünnet’e dayanmaktadır. Bu temiz kaynaklardan istinbat edilmeyen, Kitap ve Sünnet filtresinden geçmeyen vâridat ve mevhibeler kuşkuyla karşılanır. Bunların hücciyetleri bir yana, sübjektif bağlayıcılıklarının olduğu bile söylenemez.
Hz. Cüneyd: “Peygambere uğramayan yollar kapalıdır, neticeye ulaştırmaz” veya “Kitap ve Sünnet bilmeyenin arkasından gidilmez!” sözleriyle..
Ebû Hafs: “Her zaman hâl ve davranışlarını Kitap ve Sünnet’e göre değerlendirmeyen ve kendini kontrol etmeyen, bu meydanın erlerinden sayılmaz” beyanıyla..
Ebû Süleyman-ı Dârânî: “Kalbe gelen vâridatı ancak Kitap ve Sünnet gibi iki şâhid-i sadıkla kabul ederim.” tembihiyle..
Ebû Yezîd: “Otuz sene nefsime karşı mücâhedede bulundum, ilmî ölçülere riayet kadar ona ağır gelen bir şey görmedim.” tesbitleri ve “Bir insana göklerde tayarân etme kerâmetinin verildiğini görseniz dahi aldanmamalısınız; onun emirler, nehiyler ve şer’î hudutlara riayet mevzuundaki hassâsiyetine bakmalısınız!” ikazlarıyla..
Ebû Saîdi’l-Harrâz: “Dinin ruhuna muhalif olan bâtın bâtıldır” vecizesiyle..
Ebu’l-Kâsım Nasrâbâzî: “Tasavvufun özü, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, hevâ ve bid’atlerden uzak kalmak, kusurlardan dolayı herkesi mâzur görebilmek, evrâd ü ezkârda tekâsül göstermemek, elden geldiğince ruhsatlardan uzak durmak ve dinde şahsî yorumlardan sakınmaktan ibarettir.” irşadıyla bu önemli hususu ders veriyor olsalar gerek.. ve daha nicelerinin, konuyla alâkalı ne lâl ü güher ifadeleri..!
َBu meydanın erlerine göre “ilim” “hâl”den önce gelir. Zira “hâl” tamamen ilme tâbidir. Aslında ilim enbiyanın mîrâsı, âlimler de bu peygamber terikesinin vârisleridirler. Bu konuda [1]اَلْعُلَمَاءُ وَرَثةُ الأنْبيَاءِ fermân-ı Nebevîsi, ulemâ için pâyeler üstü bir pâye ifade eder.
Gerçeğin ilmi veya gerçeğe ulaştıran bilgi, kalblerin hayatı, basîretlerin nûru, sînelerin vesile-i inşirâhı, akılların cevelangâhı, ruhların lezzet kaynağı, hayrette kalanların rehberi ve dostu, yalnızların “enîs ü celîs”i, meleklerin temennâ durdukları kıymetler üstü kıymeti hâiz, arz televvünlü, semâ kaynaklı bir mâidedir.
Evet, ilim, imana önemli bir basamak, hidâyet ve dalâleti, şüphe ve yakîni birbirinden ayıran esaslı bir mihenk ve insanın insanî yanlarını ortaya çıkaran ilâhî bir sırdır.
بَعِلْمَسْتْ آدَمِـي اِنسَانِ مُطلَق
چُو عِلمَش نِيست شُد حَيوَانِ مُطلَق
عَمَلِ بِي عِلْمْ بَاشَدْ جَهْلِ مُطلَق
بَجَهل اَى جَان نَـشَايَد يَافتَن حَقّ
ilimle mutlak insan, ilim olmayınca da mutlak hayvandır. İlimsiz amel mutlak cehâlet, ey cân cehâletle Hak bulunmaz.” diyen hak dostu mübalağa etmemiş olsa gerek…
Tasavvuf erbabınca ilim; akıl, sem’ u basar yoluyla elde edilen bilgi ve mârifetten daha çok, verâlardan akıp gelen tecellî-i ilm-i ilâhî dalga boylu öyle bir nûr ve ziyâdır ki, gelir bütün ruhu sarar ve insanın derûnundaki sır yamaçlarında, hafî tepelerinde, ahfâ zirvelerinde çiçek çiçek tüllenir ve hep Sonsuz’un vâridatıyla gürler. Bu ilâhî tecellîye mazhariyetin mebdei, sır ve ötesinin Şems-i Ezel’e teveccühü, beden ve cismâniyetin kalb ve ruh seviyesine yükselmesi ve sînenin iman, muhabbet, aşk ve cezbe ile Zât-ı Hakk’a yönelmesi; müntehâsı da ilm-i ledünnîdir.
İlm-i ledünnî: [2] وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا “Biz ona nezdimizden Rabbanî bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 18/65) fehvâsınca, berzahsız, hicapsız doğrudan doğruya “Hazîratü’l-Kuds”den insânî enginliklere yağan bir bârân-ı rahmettir. Kulluktaki derinlik, Allah ve Rasûlü’ne karşı vefâ ve sadâkat, duyguların rızâ eksenli, davranışların ihlâs yörüngeli olması ve kalbin de yakînden yakîne koşması, ledünnî vâridat için, hatta o vâridatın sağanak sağanak boşalması için bir yol ve bir şart-ı âdîdir.
Bütün enbiyanın ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi ve tâlimiyle zuhûra gelmesi açısından bilasâle ilm-i ledünnî olduğu gibi, onların arkalarından giden ilhama mazhar evliyâ ve asfiyânın ilimleri de bittebaiyye o mâhrûların -ay yüzlüler- ziyâ-i ilimlerinin şuâları olması itibarıyla ledünnî sayılır. Bu ilmin Hz. Hızır’a tahsisi, belli bir zaman, belli bir makam ve belli bir hâl itibarıyladır ki, o ilmin bazı cüz’iyâtı açısından Hz. Hızır, kendine fâik olan bazı zâtlara, mercuhun hususî bir kısım meselelerde râcihe tereccühü nev’inden öne geçmiştir. Yoksa onun ne Hz. Mûsâ’ya ne de diğer ulülazm zâtlara üstünlüğü söz konusu değildir.
Ayrıca, Hz. Mûsâ’nın ilmi, ilâhî ahkâmın mârifeti ve bu mârifetin, eşyanın perde önü ve perde arkası muvâzenesini koruma gibi bir derinliğe açık olmasına karşılık, Hz. Hızır’ın bilgisi daha çok eşyanın bâtınına ait idi. Nitekim, bu ayrıma, Hz. Mûsâ ile konuşması esnasında Hızır da işaret eder: “Yâ Mûsâ! Ben Allah’ın bana tâlim ettiği bir ilme sahibim ki, sen onu bilemezsin. Sen de, Allah’ın sana tâlim ettiği bir bilgiye maliksin ki, ben onu bilemem.”[3]
Evet, ilm-i ledünnî, tâlim ve taallümle elde edilmeyip Cenâb-ı Hakk’ın hususî bir mevhibesi ve bir kuvve-i kudsiyesinin nûrânî tecellîsidir. Bu tecellî, sanattan Sâni’e eserden Müessir’e giden bir bilgi olmaktan daha çok, Sâni’den zîşuur sanata, Müessir’den esere akan bir mârifettir. Hatta o, esrâr-ı Hakk’a ait mahrem vâridatın insan ruhunda taayyününden ibaret sayılmıştır.
وَالله أَعْلَمُ بالصَّوَابِ.
Dipnotlar
- “Âlimler, peygamberlerin (aleyhimüssalâtü vesselâm) vârisleridir.”
(Buhârî, ilim 10 (bab başlığında); Tirmizî, ilim 19; Ebû Dâvûd, ilim 1)
- “Biz ona nezdimizden Rabbanî bir ilim öğretmiştik.” (Kehf sûresi 18/65)
- Buhârî, ilim 44, enbiyâ 27, tefsîru sûre (18) 2, 4; Müslim, fedâil 172. Ayrıca bkz.: “Biz ona nezdimizden Rabbanî bir ilim öğretmiştik.” (Kehf sûresi 18/65)