Bir şeyin aslı, esası demek olan hakikat, görülen, duyulan ve akledilip kavrananın ötesinde neyin ne olduğunun, ne ifade ettiğinin ve neyi gösterdiğinin apaçık bilinmesi demektir. İnsan, kâinat ve eşyânın, aslı, esası nedir? Bunlar hem teker teker hem de hepsi birden ne ifade ederler; atomlardan nebulolara, insanın en küçük parçacıklarından maddî-mânevî derinliklerine kadar bütün bir varlık ve ondaki nizam, ahenk, güzellik ve hikmet arkasında acaba neler var? Bütün bu gerçekler, rastlantılara verilemeyeceğine göre, mutlaka zerreden seyyârâta her şeyin dayandığı/dayanacağı bir hakikat olmalıdır. Her şeyin gidip istinad ettiği böyle bir hakikat vardır ve onun kendine has evsâfıyla tanınması da her insan için bir vecibedir. İşte böyle bir vecibeyi derin bir iştiyak ve alâka ile takip etmeye “hakikat aşkı” denir.
Topyekûn varlık, eşyâ ve hâdiseleri hallaç ederek her nesnenin özüne, esasına, mahiyetine muttali olma hissi, heyecanı, cehdi, gayreti ve tutkusu da diyebileceğimiz böyle bir aşk, Hakikatler Hakikati’ne ulaşmanın da en emin yoludur. İnsanın ruh dünyasında böyle bir heyecan ve arzunun uyarılması ve onda her varlığın arkasındaki mânâyı anlama his, merak ve düşüncesinin harekete geçirilmesi; geçirilip azm u iradenin şahlandırılması, hakikat aşkı adına ilk mırıldanışlar ve ilk kıpırdanışlardır. Onun, âfâk ve enfüsü tam bir ibadet neşvesi ve ciddiyetiyle okuyup değerlendirmesi, yeni ilmî gelişmeler ve farklılaşan bakış zaviyeleri açısından varlık ve hâdiseleri bir kez daha gözden geçirmesi, bunları yaparken de karşılaştığı bütün sıkıntılara katlanması; kararlı tavırları, beyin sancısı; bir kısım muğlak ve mudil meselelerle yüz yüze geldiğinde ye’se düşmemesi, panik yaşamaması ve ne olursa olsun hakikate ulaşmayı hayatının gayesi bilmesi ise bu konuda olmazsa olmaz esaslardandır.
Böyle bir yolda yürümeyi; varlık ve hâdiseleri, her şeyin önünü arkasını düşünüp değerlendirme mânâsına “tedebbür”, her zaman beyin fırtınası ölçüsünde mürekkep düşünme de diyebileceğimiz “tefekkür”, her nesneyi ve her hâdiseyi basîretin engin ufkunda test etme mânâsında “tebassur” ve durma-dinlenme bilmeyen bir azimle zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp dayanma demek olan “tesabbur” şeklinde de özetleyebiliriz.
İnsan, bu mülâhazalarla kâinat, eşyâ ve hâdiseleri okuyabildiği takdirde zamanla, uzak-yakın çevresindeki her şeyin dili çözülüverir; her nesne ona kendi konum ve mânâsıyla alâkalı çeşit çeşit kasideler sunmaya başlar; içini döker, Yaradan’a işaretlerde bulunur ve arkasındaki engin mânâlarla onun ufkuna ışıklar, gönlüne de inşirahlar salar: Elektronlar, atomlar, o harikulâde faaliyetleri, muntazam hareketleri ve baş döndüren ahenkleriyle; moleküller, kendi mini dünyalarında muvazzaf birer memur gibi çelik-çavak ve nizamî faaliyetleriyle; protoplazma, çekirdeği ve onu çevreleyen zarıyla tıpkı bir konak, bir saray mükemmeliyetindeki mahiyet ve işleyişiyle; kalb, mide, ciğerler ve böbrekler, ifa ettikleri yüzlerce vazifeleriyle; dimağ, ruha bağlı ve Yaradan’ın emriyle ortaya koyduğu binlerce aktivitesiyle; vicdan mekanizması, latîfe-i rabbâniye, zihin, irade ve şuur gibi farklı derinlikleriyle; insanoğlu, iman, mârifet, muhabbet, aşk u şevk, kurbet, vuslat unvanları altında Yaradan’la münasebetleriyle; karada-denizde milyarlarca canlı, farklı farklı yaratılışları, yaşama serüvenleri, eko-sistem içindeki yerleri, kendi aralarındaki yardımlaşmaları, belli maslahatlar çerçevesinde sınırlı mücadeleleri, ama mutlaka umumî ahenge hizmetleriyle; yerküre, güneşle olan o hassas ve incelerden ince münasebeti, onunla arasındaki mesafesi ve bir zırh, bir sera gibi çepeçevre onu kuşatan atmosferi, bu hava kürenin ihtiva ettiği farklı farklı nispetlerdeki gazları, yaşamaya müsait konumu, donanımı ve bağrından fışkırtılan vâridâtıyla; güneş, o ürperten görünümü, başları döndüren enerjisi, harareti, ziyası, arz üzerindeki canlı-cansız her şeyle alış-verişi ve değişik dalga boyundaki şualarıyla; büyük-küçük bütün kâinatlar, aynı mânâ, aynı muhtevadaki azametli hâlleri, gönüllere ra’şeler salan derinlikleri ve gelip vicdanlara akan hikmet ve maslahatlarıyla herkese hakikat adına türlü türlü mesajlar sunmakta, hakikate ulaşma yolunda ruhları şahlandırmakta ve tefekkür edebilenlere doyulmaz dakikalar yaşatmaktadırlar.
Evet, her gün görüp temâşâ ettiğimiz o en güzel meşherlerden daha güzel, en muhteşem saraylardan daha muhteşem, en muhtevalı kitaplardan daha muhtevalı, en mevzun ve muntazam sistemlerden daha muntazam, en şaşaalı mesîre yerlerinden daha büyülü ve hemen her zaman taptaze ve rengârenk hâliyle şu yeryüzü –ona bir mânâda cennetlerin izdüşümü, firdevslerin sihirli koridoru da diyebiliriz– bütün o cazibedâr derinlikleriyle insanî duygularımıza akseden birbirinden farklı tecellî dalga boyundaki güzelliklerin en enfesleriyle başlarımızı döndürmekte ve gönüllerimizi hakikat aşkıyla coşturmaktadır.
Eğer insan, tabiat ve hayata ait hususiyetleri biraz ön yargısız, biraz da insafla tetkik edebilse, görüp duyduğu, bakıp mütalâa ettiği canlı-cansız her nesneye karşı öylesine derin bir hayranlık duyacaktır ki, müşâhede ettiği şeyleri bir daha ve bir daha temâşâdan kendini alamayacak; belki de, bir sevdalı gibi sürekli varlığın özüne ulaşma hülyalarıyla oturup kalkacaktır; oturup kalkacak ve her yeni tetkik, yeni tahlil, yeni terkiple varlık ve eşyânın ötesindeki hakikatlerin/hakikatin meraklı bir araştırıcısı ve âşık bir keşşafı hâline gelecektir. Kim olursa olsun, kâinat ve içindekilere böyle bakıp böyle yorumlayan her meraklı ve hüşyar dimağ, farklı görür gördüğü her şeyi; başkalaşır onun nazarında renkler, desenler, şiveler; bir vecd ü istiğrak yaşar arz u semâyı her temâşâ edişinde; büyülenir güllerin, çiçeklerin revnakdâr güzellikleri karşısında. Yıldırımların tarrakalarından, kuşların-kuşçukların o içli ve narin nağmelerine kadar her seste Yaratıcı Kudret’e tebcil neşidelerinin yükseldiğini duyar gibi olur ve yürür daha ilerilere en derin iştiyaklarla. Yürür ve yer-gök arasındaki sırlı münasebetten atmosfer hâdiselerine, yağmurların içlere inşirah salan yumuşak seslerinden çayların-ırmakların çağıltılarına kadar hemen her şeyde tadına doyulmayan bir sermestî yaşar; yaşar da bütün bu hâdiselerin arkasında o topyekûn varlığı kuşatan sonsuz irade ve merhametin mevcudiyetini duyar ve çocuklar gibi sevinir.. çocuklar gibi sevinir ışık-gölge münâvebeleri, gecelerin-gündüzlerin sırlı deveranı, her biri birer kudret kelimesi otların-ağaçların büyülü hâlleri, meyvelerin tat ve kokuları ve insan ruhunun bunları duyup zevk etmesi karşısında. Sevinir ve aradığı hakikate yaklaşan bir meraklı, sevdiğinin kokusunu duyan bir âşık gibi yer yer ümit mırıldanır, zaman zaman da “Daha var” deyip yoluna devam eder; devam eder de, ırmakların çağıltılarından ormanların içten içe iniltilerine, tenha koruların sessiz murakabelerinden başlarını semâya dayamış gibi duran dağların mehîb duruşlarına, bağ ve bahçelerin o nefis görüntülerinden insanoğlunun iç içe derinliklerine kadar hemen her şeyde, kitaplarla ifade edilememiş ne derin hakikatleri idrake muvaffak olur..!
Gün gelir o, uzak-yakın çevresinde görüp duyduğu her şeyin ses, soluk, renk, desen, hey’et, ruh ve mânâsında, idraklerimizi aşkın ve tariflere sığmayan o ezel ve ebed Sultanı Müteâl Mevcud’un göz kamaştıran şaşaalı tecellileriyle yüz yüze gelir; kendini farklı bir duyuş ve seziş zemzemesi içinde bulur; yürür daha ilerilere ve gider her şeyin farklı lisanlarla “Allah mâbûd, Allah maksûd, Allah mahbûb” dediği ufka ulaşır. İşte o zaman bütün zahmetler rahmete inkılâp eder; arama, yürüme meşakkatleri de zevkli bir seyahate dönüşür.
Zaten böyle hüşyar bir ruh için bir baştan bir başa bütün tabiat, topyekûn varlık ve umum eşyâ bir güzellikler meşheri, bir sanat ve bedîalar galerisi ve bir zevk u safa seyrangâhıdır. Bu meşhere ve bu galeriye gönül gözüyle bakabilenler, bu seyrangâhı da iman nuruyla temâşâ edenler kendilerini cennetlere uzanan bir koridorda yürüyor sanır; sinelerinde duyup hissettikleri hakikat-i ezeliye cezbiyle çok defa kendilerinden geçer ve temâşâ iradelerini basiretlerine bağlayarak yeni ufuklara doğru koşarlar. Görüp tanıştıkları her varlıktan farklı bir merhaba alır, değişik mârifet dersleri dinler ve yol boyu uğradıkları canlı-cansız her varlığın dilinden, dudağından dökülen mârifet ve muhabbetleri yudumlaya yudumlaya dolaşır dururlar vadi vadi; selâm verir, selâm alırlar her şeyden. Daha bir yaklaştıklarını hissederler her adımda arkasından koştukları Hakikatler Hakikati’ne. Duyarlar hususî bir teveccüh gördüklerini ve âdeta O’ndan mesajlar alıyor gibi olurlar pekişen ve güçlenen imanları, mârifetleri sayesinde. Mevsimi gelince de, O’nu görüyor gibi olma ufkuna ulaşır ve görülmezleri görür, duyulmazları duyarlar ve ayrılmak istemezler bu zevk u şevk, mehafet ve mehabet koyundan.
İşte böyle bir hakikat aşkı zamanla insanda ciddî bir araştırma iştiyakı hâsıl eder ki, herhalde üzerinde durulması icap eden önemli konulardan biri de bu olsa gerek…