Hercümerçten Sahil-i Selamete

Bir günde dört mevsimin yaşanabildiği fedakârlar ülkesine nazar değdi. Herkesi tedirgin ve rahatsız eden, kurgulanmış, sinsi bir uğultu, âdeta insanların ruhlarını teslim aldı. Öyle bir uğultu ki kin, nefret ve kıskançlıkların hepsini birden sarıp sarmalayıp bir kar topu gibi büyüterek devasa bir eracif yığını olarak pir ü pak insanların üzerine aniden boca etmenin ön habercisiydi. Üstüne üstlük “İşte kirli olanlar bunlardır!” diye yırtına yırtına bağırıp ortalığı velveleye vererek bir kenara çekilip o masumların içler acısı hâlini zevkle seyretmek için bir senaryo yazıp zamanı gelince sergilediler! Akıl alır gibi değil, fakat büyük bir binayı inşa etmek, ne kadar zorsa, o güzelim binayı birkaç saniye içinde yok etmek de o kadar kolay maalesef.

Yıllardır iyilikler ve güzelliklerle gönülleri fethedenlere karşı haset duygularının tatmin edilmesiydi bu… Seher vaktinin mahmurluğunda, kırık dökük kapıları koç başları ile kırılarak hışımla girildi evlerine. Hülâgû’nun Bağdat şehrine girdiği gibi, acımasızca ve vahşice… Yaşlı, genç ve bebek fark etmeksizin… “Çok tehlikeliler!” havası verip etrafta dolaştırılarak toplatıldı insanlar. “Başörtüsü kırmızı çizgimizdir!” deyip başörtünün her rengi hapsedildi, “İ’lâ-i Kelimetullah için varız!” deyip Mushaflar dahi toplatıldı. Böyle yakıp yıkmalar, her yeri yangın yerine çevirmeler, daha önce de görüldü elbette, fakat onları yapanlar güneşe, ateşe ve puta tapanlardı; önüne geleni yakıp yıkan, yağmalayan yamyamlardı. Şimdiki yamyamlık ise sadece mala mülke değil, manzaranın dehşetinden lâl kesilmiş koca ülkenin insanlarının zaten zayıf kalmış imanlarını kemirip bitiren bir yok etmeydi.

Sinsi plan hunharca uygulamaya konuldu. Elleri, kolları ve gözleri bağlı olan bir kölenin canice kırbaçlanması gibiydi bu manzara… İnsanlık yine Orta Çağ zulümlerini iliklerine kadar yaşamakta; sadece figüranlar değişmiş. Masumlar için uçsuz bucaksız bir çölde bir damla suya muhtaç olma gibi bir vaziyet var. Güneşi görmeden, dar bir alanda emekleyen bebekler, bebeğinden zorla ayrılmış anneler ve demir parmaklıklar ardındaki yaşlılar… İşlemediği suçları üstüne alması için işkence altında inleyen ve can veren masumlar…

İçeridekilerin hâli böyleyken dışarıdakiler ise, önüne geleni yok eden bir çekirge sürüsünün afeti altındaymış gibi hayat mücadelesi vermekle meşgul. Bütün insanî değerler oluk oluk kan kaybediyor. Her şey ayak altında; hürmet, hoşgörü kalmamış. Güçlü olanlarda ses yüksek, güçsüz olanların sesi ise çok cılız. Şantajlar var, tehditler var ve sarsılıyor zayıf bedenler elbette.

Bu zulme mârûz kalanlar; sahabilerin, Allah dostlarının çektikleri çileleri biliyorlar. Bu zulümleri yapanların, göz göre göre, nasıl da âhiret hayatlarını tehlikeye attıklarına, hayret ve dehşetle şahit oluyorlar. Ölüm var, ahiret var, hesap var. Bunlara inananların, bu kadar cüretkâr ve vurdumduymaz olabilmesi mümkün mü?

Hep iyi ve kötü olarak ikiye ayrılmış insanlar. Kadim tarihten beri de değişen bir şey yok. Bir anlık öfkeyle veya beş dakikalık zevk için sonsuz ömrünü yakan Kabil’in neslinden olmak da var, ona elini dahi kaldırmayan Habil’in yolundan gitmek de var. Kişilerin iradesine kalmış. Habil’in nesli ne kadar az ise, Kabil’in nesli de etrafındaki sessiz yığınlarla o kadar çok gözüküyor. Nefsinin esiri olmak nedense daha cezbedici oluyor. Nefis aklı bir çırpıda yere seriyor sonra da akla hayale gelmeyen şeytanlıkların ardı arkası kesilmiyor.

Aileleri ve toplumları bölen, insanları birbirinden kaçıran propagandalara ve baskılara şahit oluyoruz. Toz duman altında büyük bir hercümerç var. İnsanlar ülkelerinden ayrılırken dahi üzerlerine çamurlar sıçrıyor. Çok uzaklarda gözüken ışık hüzmeleri yardımıyla, yeni bir başlangıç, yeni bir hayat hayali ile hedefe varabilme azmi yüksek olsa da şartlar çetin. Gözyaşlarının sel olmasına sebep olacak uzun bir nehir ve devasa bir deniz peydah oluyor önlerinde. Bu alışılmadık engeller, kalabalıkların önüne bir duvar gibi çıkıyor. “Hayır, geçemezsiniz!” edasıyla dalgalar köpürerek ve birbirine çarparak gözdağı veriyor. Endişeler artıyor, ama artık ok yaydan çıktı bir kere, “Ne olursa olsun!” diyerek soğuk sulara atıyorlar kendilerini. Soğuk sular, tenlerini titretiyor. Bulabildikleri ne varsa kullanarak karşı kıyıya geçmek, hayatlarının en büyük ideali oluveriyor birden. O kadar kolay değil elbette. Canlar alıyor nehri de deryası da. Gönülleri dağlayan kurbanlar…

Aslında tam da kuru gürültü yapılanlar ve de kâğıttan kaplan bunu yapanlar. Çünkü görülenin aksine, bu tiyatroyu sahneleyenlerin içlerini bir tedirginlik kaplamış vaziyette. “Daha ne kadar devam ettirebiliriz ki?” sorusu, zihinlerini kemiriyor. Hem de vebalı bir farenin kemirmesi gibi, dalga dalga yayılıp virüs gibi hepsine bulaşarak hayatlarını zehrediyor. Kendi aralarından tek tük de olsa, “Çok üzerlerine gidiyoruz, çok haksızlık yapılıyor, bu zulümdür!” diyen sesler yükselince bütün neşeleri kaçıyor. Bu ihtilafları dahi haksızlıklarını aşikâr ediyor. Toprağın altını düşündükçe delirir gibi oluyorlar. Etrafa külhanbeyi gibi bağırıp çağırırken arka planda yakalandıkları fırtına, hayal dünyalarını allak bullak ediyor. Sarsalım derken kendi sarsıntılarından ayakta duracak hâlleri yok. Şu andaki en büyük mârifetleri ise bunu hiç belli etmemek. Bu kadar zulme dalmışken hesaba katmadıkları bir şey var ki o da “İlahî mühlet”. Tarihe bakınca bu mühletlerin nasıl bittiğini çok iyi biliyoruz. Sûret-i haktan gözüküp de şer ve tahrip peşinde olanların sonlarını tarif etmek bile çok zor.

Bunca sıkıntı ve meşakkatten sonra sanki perde açılıyor. Bulunduğumuz asrın, demokrasinin beşiği dediğimiz ülkelerinde, nihayet gözler açılabildi. Korkunç bir kâbustan uyanmak gibi, yoğun bir tipi altında yolunu kaybeden birinin donarak ölmesine ramak kala, bacası tüten bir kulübeyi görmesi gibi bir durum… Batının meşhur yağmurları altında üstleri başları yıkanıyor ve tertemiz giriyorlar yeni ülkelere. Yeni topraklarda hakaret, iftira ve işkence yok. Bütün endişe ve korkular bir anda yok oluyor. Neredeyse unutulan güler yüzlerle karşılaşıyorlar yeniden. İnsana verilen değerlerle tanışıp insan olmanın kıymetini yeniden fark ediyorlar.

Ev sahibi ülkeler, yeni gelenleri bağrına basıyor. Sanki “elest bezmi”nde tanıştıkları insanları yeniden görmenin sevinci var yüzlerinde. Yabancı olarak görmüyor iki taraf da birbirini. Çünkü temel insanî değerlere herkes hürmet ediyor. Dürüstler, diğerkâmlar ve başkalarının mutluluğu için çalışıyorlar; bundan büyük bir haz alıyorlar. Muhacirler, yeni ülkelerindeki dilleri öğrenip yabancılık çekmiyorlar. İltica edenlere bağırlarını açanlar, onları yük olarak görmüyorlar. Çünkü ilim ve irfan sahibi, temiz çehreli ve donanımlı kimseler bu mülteciler. Kültürlü ve gayretli muhacirler de zaten “Yük olmayalım. Nasıl katkıda bulunabiliriz?” şuuru taşıyorlar. Taraflar iyi niyetli olunca güven içerisinde yaşamak ve gelecek nesiller için yaşanabilir bir dünya kurmaktan daha güzel ne olabilir ki!

Bu yazıyı paylaş