Evlat Çarpıntısı

“İşkembe çorbası severim anne” derdi sorsam, sormadım. 

Sadece “anne, annem” demek için telefon açmak. Dünyanın en müstesna ve en yüce hislerinden olmalı. Telefonu açınca dakikalarca konuşmak. Hâl hatır sormak. Sarsılmak ara ara. Kapılmak o muhteşem duygulara. Ruh galip gelmiştir kelimelere, kavramlara. Daha harfler çıkmadan ağızdan hisler ulaşıverir kalp yamaçlarına. Sesten önce şimşekler çakar gönül semalarında. Yağmur ha yağdı ha yağacak. Ses gelir sonra. Kalbi ısıtır tatlı bir meltem gibi. Oradan ruha geçer dalgalar hâlinde yayılır bütün varlığa. Ve yağmak vaktidir. Düşer tane tane çatlamış dokunaklara. Ne de hızlı geçer zaman. Gözler görmekten mutlu olsa da ruh yanar durur hasretle. İnsan sırf duygulardan mı ibarettir?

Yorulduğunda, sıkıldığında veya bir iki kelam etmek istediğinde kapısını çalıp o diriltici cennet esintilerine koşmak, gönlü kıpır kıpır her insanın hayalidir. İkindi yağmurları gibidir o, bir yaz günü. Sonra güneş doğar en âlâsından. Bakar içten yakışlarla masum suretlere. Alır bütün güzel renkleri gelir sahneye bir yeşil yapraktan son yağmur damlası da düşerken yere.

Dünyası evlatları kadardır annenin. Uzanır, yayılır duygulara, geniş coğrafyalara. Hisseder en ufak bir kıpırtıyı. Kelebeğin kanat çırpması kalbini ihtizaza getirir. Uyanıverir uykusundan. Yeni doğmuş Ay’a bakar gözleri, duaya dalar yüreği. Dertlenir, söylenir. Bir uzar bir kısalır. Yokuşlara mağlup olur zihninde. Derdimi seviyorumdiyecek olur, vazgeçer ama sever. Tahammül zordur ufukta oynayan gölgelerin fırtınasına. Genişler yüreği, ufuklaşır ruhu ve belki de havaya hükmeder aurası. Hz. Süleyman’ı tahtı üstünde öylece bırakan Güç, onun da sarsar iradesini. Bir zaman kalır öylece. Bir zaman Hz. Yakup’un ışığını alan Güç, onun da gölgeler atar gündüzüne. Sabreder anne. Sevgi hep galip gelir. O da terk etmez onu.

Hazırlık zordur evlat kavuşmasına. Gurbetin nesi zordur, deseler bilmem belki kavuşması derim. Güneşi alır sırtıma geceleri takip ederim. Hey hayat! Bana neler getirdin, yeni günün ışıklarında? Yavaş gelmeli adımları yarının. Görmeliyim uzaktan silüetini. Duymalıyım uzaklardan ayak sesini.

Bazen dertler de müstesna olur. Anne anlar onu. Bir de evlat. Yarım kalmıştır bir yerde hayat. Tutunmak güç ister. Desteği göklerden alan yorulur ama kırılmaz. Eğilir, ağır başaklı buğdaylar gibi. Yüklenir mahzun gönlüne, cennet olur getirisi.  Hz. Musa’nın annesi ayrılık ateşinden kavrulup gidecekti az kalsın. Ya kavuşması! Her anı bir bayram düşüncesi. Sonra ne kadar bekledi? Ne hicranlara saldı anne yüreğini! Havva anne oğlu Habil’in o gün dönmeyeceğini bildi mi ki? Asırlar, içindeki evlat hasretini dindirdi mi ki? Ey dünyanın ilk annesi! Canlandı senin gözyaşlarında deryalardaki binlerce inci tanesi?

Asırlar geçmiş, devran Son Nebi’nin ayaklarına serilmiştir. O, Hira’dan inmiş, Hz. Hatice’nin yanında sükunete ermiştir. O günler de ifritten alevlere çalınmış günlerdi. Hanelere ateşler atılıyor, iman edenlere olmadık işkenceler reva görülüyordu. Peygamber hanesi de bu nefretten nasibini alıyor, Hz. Rukiyye de ilk muhacir olarak yollara düşüyordu. Hz. Hatice (radıyallâhu anha) validemiz kızı Rukiyye’nin eşi Hz. Osman ile Habeşistan’a gidişinde ne hicranlar yudumlamıştı, kim bilir? Kaderin cilvesi; Rukiyye döndüğünde Hz. Hatice o hicranla dar-ı bekaya çoktan göçmüş olacaktı. Ey peygamber hanesinin ilk incisi! Döküldü senin o mübarek gözyaşların nurdan rahmetler gibi ve ıslandı birden ahir zaman vadisi.

Telefonda konuşmanın son anlarıdır. Uçak kalkma zamanı çok yakındır. Kavuşmalara ara vermek iyi olmaz. Ayrılıklar mesafeler kapansın diye vardır. Tebeşirle beton zemine çizilen annenin içine uzanmak, uyumak bir çocuğun dünyasında. Ayrılık buna engel olabilir mi? Anne açar kapılarını ardında kadar. Eser evladın yanından üfül üfül bir rüzgâr. Geliş saati. Telefonda durur öyle. Nemlenmeye yeter bir rakama dalınca gözler.

                “Anne indim” mesajı ile gelir kendine. Ev dar gelir. Balkon kesmez. Aşağı iner, yukarı çıkar. Gözü yoldadır. Elinde çantası ile görmek, karşılamak ister onu. Sarılmak en iyisidir yılların hasretini çıkarmak için. Öpmek doya doya can paresine can katmak için. Kalbi dinlemez onu ne yapsa. Uçuverecek gibi gelir ten kafesinden. Titrer dizleri, kavrar sanki uçuverecek bir kuş tutmuş gibi elleri.

“Havada rast peşrevi Boğaziçi suları gibi akar.

Tepedeyim, uzaklaşır uçsuz bucaksız ayrılıkta bir sal gibi yüreğim” (Nazım Hikmet)

mısralarında gezinir çaresizce.

Ayrılık bir gece midir, kavuşma sabahına uyanmak için? Sonra gün bitmesin ister insan ama nafile, sessiz sessiz eriyip gidecektir o da. Bütün bu oyunlar, gölgeler, gösteriler bitince ayrılık da biter. Şair:

“Ne görsem, ötesinde hasret çektiğim diyar

Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var?” (Necip Fazıl)

derken sonsuz âlemi mi kastetti yoksa?

Anne içten içe, iç içe yaşar ayrılık ve kavuşmaları, helecanlar içinde. Sehpanın üstünde duran kitaptadır ayrılık. Limonata bardağındadır belki. Pencerenin önündeki çiçektedir. İnerken sokağa, yaşar onu an be an. Çıkarken eve yeniden bulur kapının tokmağında. Kavuşmalara inanmak istemez. Anne ayrılık demektir evlattan. Kavuşmaktır geriye kalan.

Mesaj düşer yeniden telefona. Beş dakikaya…

Yoğunlaşır atmosfer. Mekânın hükmü kalmaz. Zamandır mekâna dolan. O da geçmek bilmez. Anne doyamaz kavuşmalara. Yüzünde güller açar. Bahar esintileri dolar odaya. Sarmaş dolaş evladına.

“İşkembe çorbası hazırladım. Sorsam ‘İşkembe’ derdin”, sormadım.   

Bu yazıyı paylaş