Çarlık Rusya’sında iktidarı ele geçirmeye çalışan Bolşevikler, din ve vicdan hürriyetinden refah seviyesinin yükseltilmesine kadar birçok alanda kulağa hoş gelen vaatlerde bulunurlar. Çar yönetiminin istibdat ve baskılarından canı yanan Müslüman topluluklar ve yoksul kitle için yeni rejimin vaatleri ve propagandasını yaptığı hayat, çölde susuzluktan kavrulan insanların kulağına nisan yağmurları gibi hoş gelir. Herkese iş ve aş sözü, fakirlerin rüyalarını ve hayallerini süslerken, bu dönemde dinî vecibelerini yerine getiremeyen Müslümanlar için de din ve vicdan hürriyetine dair sarf edilen hoş sözler bir anda gönüllerde mâkes bulur.
Mevcut yönetimden mustarip olan mütedeyyin aydınlar bile, Sovyet sistemi hâkim olduğunda herkesin camilerde serbestçe ibadet edebileceği, kimsenin dinî hayatına müdahale edilmeyeceği propagandasını dillendirmeye başlarlar.
Hakikatin vadedildiği gibi olmadığı kısa bir süre sonra ortaya çıkmaya başlar. Sovyet idaresi, Türk Cumhuriyetlerinde yönetimi ele geçirdikten sonra, insanlar sistemin gerçek yüzünü görürler, ama iş işten geçmiştir. Bu süreçle birlikte tevkifler, infazlar, sürgünler artık bu coğrafyada her gün yaşanılan adiyattan bir hadisedir. Aydınlar vatan haini, halk düşmanı, ajan yaftasından kurtulamaz. Bahsedilen cürümlerden (!) tevkif edilen insanların alacağı en hafif ceza Sibirya sürgünüdür.
Sovyet coğrafyasındaki hak ihlalleri, birçok aileyi birbirinden ayırırken sınırlarını dış dünyaya kapatan ülke adeta yarı açık cezaevini andırır. Her geçen gün binlerce aile mağduriyetler yaşarken ülkeyi yöneten tek parti, rejimin mükemmel olduğunu, dünyada Sovyet sistemi kadar hümanist bir idarenin olmadığını sistematik olarak, bütün basın yayın kuruluşları vasıtasıyla dillendirir. Şair ve yazarlardan sanatçılar ve öğretmenlere kadar herkes, her fırsatta Sovyet rejimine ve kurucularına övgüler yağdırmak, önemli gün ve gecelerde mutlaka rejime “yahşılık çekmek” zorundadır. Sovyet ideolojisini faaliyetlerinde yâd etmeyenler istihbarat birimleri tarafından rejim düşmanı olarak kaydedilir.
Ülke baştan ayağa zulmün pençesinde kıvranırken, Sovyetler Birliği dışında yaşayan insanların sefil bir hayat sürdükleri, açlıkla mücadele ettikleri anlatılmak suretiyle bu ülkede yaşamanın bir ayrıcalık olduğu da her mahfilde özenle işlenir. Yapılan propaganda belli bir süre sonra meyvelerini verir. Dünyanın gidişatından haberdar olamayan insanlar, anlatılanlara inanmaya, hatta kendi ülkeleri dışındaki milletlere zavallı gözüyle bakmaya bile başlar. Dünyayı sadece Sovyetler Birliği’nden ibaret gören ve haber kanalları dünyaya kapalı olan coğrafyada tek doğru, sistemin dikte ettiği propagandalardır. Bütün Cumhuriyetlerde olduğu gibi Türkmenistan’da da rejimin propaganda aparatı vazifesini bihakkın eda etmiştir. Türkmenistanlı şair Rahmetullah Bey, Sovyet döneminde bu söylemleri küçük yaşlarından beri adeta masal gibi dinleyerek büyür. Türkiye’ye özel ilgisi olan Türkmen şair, Türkiye’deki insanların da açlık çektiğini, birçok insanın aç ve sefil bir hayat sürdüğünü, soydaşlarının çoğu zaman ekmek dahi bulamadıklarını öğretmenlerinden ve idarecilerden defalarca dinler. Her dinlediğinde de Türk halkına içten içe acır. Soydaşlarının açlıktan kıvrandığını her işittiğinde, “Keşke onlar da bizim gibi Sovyet rejimi altında olsalar da müreffeh bir hayat sürseler” diye hayıflanır. Fırsat bulduğunda, mutlaka Türk dostlarına elinden gelen yardımı yapması gerektiğini düşünür. Sovyetler Birliği dağılıp sınırlar açıldıktan sonra, soydaşlarını ziyaret etme fırsatı bulur. Türkiye’de bir sempozyuma davet edilir. İlk defa soydaşlarını ziyaret edeceğinden dolayı çok heyecanlanır, hazırlıklarını yapmaya başlar. Özel eşyalarını bir bavula koyar, bunun yanına büyük bir valiz daha alır. Mahalledeki fırından aldığı ekmekleri valize tıka basa doldurur. Kendisine yardım eden ailesi çok mutludur. Zira Rahmetullah Bey, birçok soydaşına ekmek götürecek, onları mesut edecektir. Şair, Antalya havalimanına iner. Havalimanında pasaport kontrolünden sonra memur valizlerde ne olduğunu sorar. O da eşyalarının olduğu valizi gösterdikten sonra ekmek dolu valizi özenle açar. Ekmeklerden bir tanesini alıp memura uzatır. Görevli şaşkınlıkla misafire bakar. Valizin ağzına kadar ekmekle dolu olduğunu görünce şaşkınlığı daha da artar. Şaire, niçin bu kadar çok ekmek getirdiğini sorar. Görevlinin sorusu karşısında şaşkınlığını gizleyemeyen Rahmetullah Bey, “Kardeşlerim için” der. Şairin meramını ayrıntısıyla dinledikten sonra görevli memur, yardımsever soydaşının bu jestine karşı elinde olmayarak kahkaha ile gülmeye başlar. Türk kardeşinin bu hareketine bir anlam veremeyen Rahmetullah Bey, sempozyum süresince Türkiye’yi yakından tanır. Havaalanında kendisine gülen memura hak verir. Yine de Türkmenistan’dan soydaşlarına getirdiği ekmekleri gülerek Türk dostlarına dağıtır.
Dünyaya kapılarını kapayan yönetim bir taraftan halkı ütopyalarla meşgul ederken, diğer taraftan da sisteme karşı gelen ya da karşı gelme ihtimali söz konusu olan birçok insanı en ağır cezalara çarptırır. Sadece Azerbaycan’da, Sovyetler Birliği’nin ilk döneminde, yani otuzlu yıllarda, 30.000’in üzerinde insan hayatından olur. Sovyet sisteminin ortadan kaldırdığı, sistem için sakıncalı gördüğü insanlar, toplumda söz sahibi aydınlardır. Baskı ve istibdatların insanları hayatından bezdirdiği dönemde en çok zarar görenler Türk soylu halklardır. Bahsedilen baskı ve tazyikleri çok yakından hisseden ve yaşayanlardan birisi de Cengiz Aytmatov ve ailesidir.
Cengiz Aytmatov, 1928 yılında, Kırgızistan’daki Talas vadisinde bulunan Şeker köyünde, dünyaya gözlerini açar. Dokuz yaşında iken babası tutuklanır. Çocuk yaşlarında Sovyet rejiminin gerçek yüzünü görür. Bu süreçle birlikte aile için uzun ve çileli günler başlar.
Babası Törekul, devlet memurudur. 1937 yılında Stalin’in zulmüne uğrayan Törekul, “halk düşmanı” ve “milliyetçi” olarak suçlanır.[1]Bahsedilen cürümler (!) o dönemde masum insanların hayatlarını karartmak için rejim tarafından uydurulan sunî suçlardır. Baskı ve istibdatların hükümferma olduğu dönemde insanların suçlu olup olması o kadar da önemli değildir. Zira ideoloji kendisini ayakta tutabilmek ve korku toplumu oluşturmak için yeni suçlar ve bu suçlara payandalık edecek kavramlar üretir. Yeni türetilen kavramlarla irtibatlandırılan insanlar toplumdan tecrit edilir. İnsanların mahkûm edilebilmesi için uydurulan sıfat ve yaftaların, isimlerinin önüne konulması yeterlidir. Zikredilen dönemde, ideolojinin deli gömlekleri olan “halk düşmanı”, “ajan” ve “milliyetçi” gibi altı boş yaftalar, her fırsatta dillendirilmek suretiyle, hükmü önceden verilen infazlar için toplumu katliamlara hazırlamada vasıta olarak kullanılır. İnsanlar vebalı hastalardan kaçar gibi bahsedilen mücrimlerden (!) uzak durmaya çalışırlar. Zira masum insanlara isnat edilen cürümler, o dönemde ya Sibirya’ya sürgün ya da ölüm demektir. Tevkif edilenlere isnat edilen suçlar, baskı ve işkence ile zorla kabul ettirilir. Sanıkların suçlarını kabul ettiklerine dair beyanları tutanaklara özellikle kaydedilir. Her ne kadar bahsedilen suçlamalardan dolayı idam edilen birçok aydının masumiyeti yıllar sonra devlet tarafından itiraf edilip aklansa da bu durum mağdur ailelerin ıstırabını dindirememiştir.
Cengiz Aytmatov’un kardeşi İlgiz, babası Törekul’un tutuklanmasını hatıralarında anlatmaktadır: O gün babası işten eve erken gelir. Çok telaşlı ve tedirgindir. Annesine acilen Talas’a gitmeleri gerektiğini söyler. Annesi de “Ailece Talas’a gidelim” der. Törekul, kendisinin Moskova’da kalmasının uygun olacağını, aksi takdirde ailece tutuklanmalarının söz konusu olduğunu, bu durumda da çocukları esirgeme kurumuna verebileceklerini söyler. Eşi kocasının söyledikleriyle ikna olur. Törekul, ailesini Moskova’daki Kazan otogarından Talas’a yolcu eder. Moskova otogarındaki birliktelikleri, Törekul’un ailesiyle son görüşmesidir.[2]
Ailesini yolcu ettikten birkaç gün sonra Törekul tevkif edilir. Tutuklandığında takvimler 1 Aralık 1937 tarihi göstermektedir. Yakınları uzun süre Törekul’dan haber alamaz. Bir taraftan aile belirsizliğin ve babasızlığın açısını çekerken diğer taraftan da aileye isnat edilen ve o dönemde toplumdan tecrit edilmenin vasıtası olan “halk düşmanı,” “milliyetçi” yaftası her köşe başında karşılarına çıkar. Devlet kurumlarının kapıları yüzlerine kapanır. Cengiz Aytmatov, daha fazla dayanamaz ve kendilerine yapılan haksızlıkları bir dilekçe ile yetkililere bildirir. Bahsedilen dilekçede Aytmatov mağduriyetlerini, yirmi yıldan beri babalarından haber alamadıklarını, onun vatan için elinden gelen her şeyi yaptığını, aile olarak gerçekleri bilme hakkına sahip olduklarını dile getirirken, babalarının ne ile suçlandıklarını öğrenmek istediklerini, bu meselenin aile şerefi için önemli olduğunu kaydeder. Babasının tutuklanmasından sonra, kendilerinin de zulüm gördüğünü belirtir. Bütün şartları yerine getirmesine rağmen kendisini doktora programına, kız kardeşini de Moskova’da hiçbir yüksekokula kabul etmediklerini dile getirir. Sovyet makamlarına, haklı olarak, “Biz gerçekleri öğrenmek istiyoruz, babamızın suçu neydi?” diye sorar.[3]
Aile, Törekul’un akıbeti ile ilgili olarak, devlet kurumlarına birkaç kez yazılı başvuruda bulunur. Ailenin ısrarı üzerine İç İşleri Harbi Komiserliği’nden, Törekul’un eşi Nagima Aytmatov’a “Eşiniz yargılanmış ve mektup yazma hakkına sahip olmadığı uzak bir kampa gönderilmiştir” şeklinde kısa bir cevap yazılır.
Aytmatov’un kız kardeşi Roza, babalarının başına gelen talihsiz olayı 1957 yılında ancak öğrenebildiklerini söyler. Aileye, İç İşleri Harbi Komiserliği’nden bir yazı gelir. Mektupta, ailesinin Törekul hakkında bilgi alabilecekleri belirtilmektedir. Törekul’un hanımı ne yapacağını bilemez. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atmaya başlar. Kızı ile birlikte yola çıkar. Yolda Nagima Hanım, kızıyla sohbet eder. Kızına eşini Sibirya’ya götürmüş olabileceklerini, kendilerini gördüğünde sevinçten ağlayacağını söyler. Gönlü yaralı anne çok heyecanlıdır: “Acaba babanız çok değişti mi? Bizi görünce kim bilir nasıl sevinir? Tutukladıklarında 34 yaşında idi. Şimdi 55 yaşına girdi. 20 yıldır görüşemedik. Çekmediğimiz çile kalmadı. Allah babanızı bize bağışlasın. Görüştüğümüzde sevinçten inşallah kalbim durmaz.” Anne kız sohbet ederek Harbi Komiserliğe kadar gelirler. Nagima hanım, kapıdaki silahlı görevliye davet mektubunu gösterip içeri girer. İçeri girmesiyle çıkması bir olur. Biraz önce sevinçten yerinde duramayan anne gitmiş, onun yerine korkudan benzi solmuş bambaşka birisi gelmiştir. Aytmatov’un kız kardeşi Roza, o gün annesi ile yaşadıkları hadiseyi Şafak Sancısıadlı kitapta şu satırlarla anlatmaya devam eder:
“Anamı görünce, beni tuhaf bir korku sardı. Hemen onu ayakta tutabilmek için koluna girdim. Gözlerinden akan yaşlar yüzünü epey ıslatmış, hâlâ sessizce ağlıyordu. Dudakları tir tir titriyordu. Tek kelime konuşamadan bana elindeki kâğıdı uzattı. Kâğıtta babamın davasının tekrar ele alındığı ve ölümünden sonra aklandığı yazıyordu. Lanet olası bu kâğıt parçası 21 yıllık ümidimizi bir anda paramparça etmişti. Anamla ikimiz, deli dana gibi el ele tutuşarak neye uğradığımızı şaşırmış bir vaziyette zar zor ilerliyorduk. Yaşamanın hiçbir anlamı kalmamış, hayata olan bağlılığımız kopmuştu sanki. Anacığıma bakıyorum; gözleri fersizdi, yüzünde ümitsizliğin ifadesi belirmişti. Hey kudret dedim kendi kendime. 21 sene boyunca her türlü eziyete, zorluğa tahammül ederek bizi destekleyen, Törekul bugün olmazsa yarın gelir ümidiydi. Ah anam ah, bu uğurda sen neler çektin neler? Bir an bağıra bağıra ağlamak geldi içimden. Yıllar süren, bizim ailemizi kıskacına alan adaletsizliği olanca sesimle lanetlemek istedim. Ancak yanımda sendeleye sendeleye yürüyen, ani haberin şokunu henüz atamayan zavallı anacığımın yarasını deşmeyeyim düşüncesiyle kendimi zorla susturmuş ve gözyaşlarına boğulmuştum.[4]
Hâlbuki Törekul, Sovyetler Birliği’nin yeni kurulduğu dönemde devlet için canla başla çalışanlardandır. Toprak ve su reformu ile ilgili ciddi çalışmalarda bulunmuş, halka devletin politikalarını anlatmak için çırpınmıştır. Hatta sistemin ısrarla savunduğu, zenginlerin topraklarının fakirlere dağıtılması girişiminde önemli rol oynamıştır. Törekul, devlet için fedakârane çalışsa da Stalin’in zulmünden kurtulamaz. 5 Kasım 1938 tarihinde, 20 dakika süren mahkemede suçlu bulunmuş ve kurşuna dizilmek suretiyle öldürülmüştür.[5]
Törekul’un akıbeti hakkında üzücü haberi, ailesi 20 yıl sonra ancak öğrenebilir. Fakat Törekul’un kabrinin nerede olduğunu bilemezler. Cengiz Aytmatov uzun süre babasının mezarının yerini araştırır, fakat bulamaz.
Törekul’un mezarı, Sovyetler Birliği’nde baskı ve zulümlerinin azaldığı, ölümünden 51, ailenin infaz haberini öğrenmesinden 31 sene sonra, 1991 yılında, Bişkek’e 30 km uzaklıktaki Çon Taş köyünde bulunur. Çon Taş, Sovyetler Birliği zamanda üst düzey devlet memurlarının tatillerde dinlenmek için gittikleri kayak merkezlerindendir. Mezarın yerini Bübüyre Kıdıraliyeva haber verir. Bübüyre’nin babası Abıkan (1932–1940) yılları arasında Çon Taş köyünde bekçidir. Aynı zamanda Törekul gibi amcası da Sovyet idaresi tarafından tutuklanır. Abıkan, amcasını ararken 137 kişinin infazına şahit olur. Bunların arasında Törekul da vardır. Kurşuna dizilenler bir kamyonla Çon Taş köyündeki kerpiç fabrikasına getirilir. Bübüyre saklambaç oynadıkları kerpiç fabrikasının yıkıldığını ve yerinde toprak yığınının yükseldiğini görür. Bu değişimin sebebini küçük kız babasına sorar. Abıkan da bu mekânla ilgili hiç kimseye bir şey söylememesini sıkı sıkı tembih eder. Orası ile ilgili birisine bir şey anlatırsa, ailesini tamamen öldüreceklerini söyler. Korkan küçük kız bu konu hakkında bir daha konuşmaz. Babası sırrını 1973 yılına saklar, hiç kimseye açmaz. Bir akşamüstü Abıkan ailesini dışarı çağırır. Onlara kerpiç fabrikasından göğe doğru yükselen nuru gösterir. Artık yıllardır yüreğindeki sırrı açma vakti de gelmiştir. Abıkan kızına, “Kızım bak, ben yıllardır amcamı aradım, ama bulamadım. Burada amcam gibi Kırgızistan’ın değerli şahsiyetleri yatıyor. İleride senden sorarlarsa, burasını gösterirsin, sakın unutma” der.[6]
Bübüyre babasının tembihlerine uyar. Sırrını, Sovyet rejiminin baskılarının azaldığı 1991 yılına kadar saklar. Stalin döneminde zulme uğrayan ve gizlice gömülen aydınların mezarlarının yerini bildiğini KGB’ye yazdığı mektupta dile getirir. KGB çalışanları konuya ilgi duyar. KGB’de görev yapan Bolat Abdramanov, Bübüyre Hanım’ın kapısını çalar. Bübüyre Hanım bildiklerini memura anlatır. Kerpiç fabrikasının bulunduğu yere giderler. İlk kazıda görevliler herhangi bir netice elde edemezler. Israrla çalışmaya devam ederler. Sonunda toplu mezara ulaşırlar. Cengiz Aytmatov’un babası Törekul’un mahkeme tutanakları da onca yıl geçmesine rağmen tamamen çürümemiştir. Hava ile temas ettikten sonra dökülmeye başlar. Görevliler belgelerin resimlerini çekerler. Cesetler çukura rastgele atılmıştır. Mezarda bulunan suçlama belgesi Törekul’a zorla imzalattırılmıştır: “Bana isnat edilen suçların tamamını okudum ve kabul ediyorum” ifadesinin altında Törekul’un imzası bulunmaktadır.[7]Toplu mezar 2000 yılında “Ata Beyit” ismiyle yeniden düzenlenir. İnfaz edilen Kırgız aydınlar yeniden kefenlenir ve dinî usullere göre defnedilir.[8]
Cengiz Aytmatov, küçük yaşlarından itibaren babasız büyümenin ıstırabını derinden yaşamıştır. Dünya edebiyatına ölümsüz eserler kazandıran Aytmatov’un hicranının izlerini eserlerinde görmek mümkündür. Başta Beyaz Gemive Asker Çocuğu gibi eserlerinde, babasız çocukların hâlet-i ruhiyesini ustaca ortaya koyar. O coğrafyada Aytmatov ailesinin yaşadığı ıstıraplara benzer, yazılmayan ve kaleme alınamayan binlerce mağduriyet hadisesi vardır.
Yıkılması ve son bulması hayal dahi edilemeyen dikta rejimler devrildiğinde, yapılan zulümlerin ve mağduriyetlerin kayıtlarının ancak bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir. Daha anlatılamayan, kayda geçilmeyen nice hazin hayat hikâyesinin olduğunu, canlarına kıyılan insanların sayısından tahmin etmek mümkündür. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına rağmen, korku imparatorluğunun ortaya koyduğu dehşetten dolayı, hâlâ başlarına gelen hadiseleri anlatmaktan imtina eden binlerce aileye bu coğrafyada rastlamak mümkündür. İstibdat ve korkunun kol gezdiği, insanların susturulduğu, can güvenliğinin olmadığı sistemlerden geriye kalanı Aytmatov, tarihe not düşülmesi gereken şu satırlarla özetler: “Elbette tarih kimin tiran, kimin dâhi olduğunu ortaya koyacaktır. Ama tek farkla: Birinin ismi beddua ile diğeri şükranla anılacaktır. Tiran; imparatorluğunu, bütün dünya ayakları altına serilsin diyedevletleri yıkarak, uygarlıkların külünü göğe savurarak, nehir gibi akan insan kanı üzerine kurar. Oysa dâhi, bu dünyanın kurucusudur. O, insanlara yenilikler getiren, yeni güç kazandıran, görkemli bir dünya hediye eden peygamber yolunun takipçisidir.”[10]
Dipnotlar
[1]Dırkanbayeva, Maryamgul, “Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri,” Uluslararası Türkçe Edebiyat, Kültür, Eğitim Dergisi, 4/1, Türkiye 2015, s. 173.
[2]Ormuşev, A., Törökul Aytmat Uulu. Bişkek, 1993, s. 61.
[3]Dırkanbayeva, a.g.e., s. 174.
[4]Aytmatov, Cengiz; Şahanov, Muhtar, Şafak Sanıcısı, İstanbul: Da Yayıncılık, 2002, s. 31.
[5]Yılmaz Balkan, Ayşe, Hayattan Esere Cengiz Aytmatov, Turkish Studies- International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Cilt 8/9, Ankara 2013, s. 2623.
[6]Aytmatova, R., Tarıhtın Aktay Baraktarı, Bişkek, 2007, s. 11–13.
[8]Dırkanbayeva, a.g.e., s. 178.
[9]Resim, Dırkanbayeva, Maryamgul, “Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri,” Uluslararası Türkçe Edebiyat, Kültür, Eğitim Dergisi’nden alınmıştır.
[10]Aytmatov, C., “Süyüüdön alam caralgan, süyüünün özü tübölük”, Çıngız Aytmatovdun dramaturg Rayev menen maegi, Ç. Aytmatov Çıgarmalarının 8 tomduk cıynagı, Biyiktik, 2008, s. 502.