Devlet bütçesine (beytülmal) bakış ve onun idaresi, sorumluluk sahibi ve idarecilik makamını emanet bilen gerçek bir idare ile bu makamı şahsî menfaat ve halkın üzerinden geçinme vasıtası olarak gören idare şekillerini birbirinden en keskin çizgilerle ayıran bir sınırdır. Gerçek bir idarecinin gözünde beytülmal, hak ve adalet temelinde kullanılması için kendisine verilen bir emanetten başka bir şey değildir.
Hz. Ümmü Seleme’nin rivayetine göre, bir gece Resûl-i Ekrem’e 800 dirhem gelmiş, o gece Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabaha kadar uyuyamamış ve sabahleyin o paranın tamamını Müslümanlar arasında bölüştürmüştü.[1]
Yine bir seferinde sahabeden Hz. Alâ ibn Hadramî, Peygamber Efendimize Bahreyn’den 30.000 dirhem gönderdi. Efendimize o güne kadar hiç bu kadar para gönderilmemişti. Allah Resûlünün emriyle paralar bir hasır üzerine döküldü. O sırada ezan okunmuştu. Namazdan sonra Peygamberimiz, gelip malın başında durdu. Ashab-ı Kiram da geldiler ve Peygamberimiz, kendisine ve ailesine almaksızın, o zaman daha ölçü ve tartı kullanılmadığından paraları herkese avuç avuç dağıttı.[2]
Devlet Başkanı ve Beytülmal
Hz. Ebu Bekir (radıyallâhu anh), ölüm yatağında şunları söylüyordu: “Mü’minlerin işlerini üzerime aldığımdan beri, haklarından bir dinar veya bir dirhem hesabıma geçirmedim. Yediğimiz onların yemeklerinin en sadesi, giydiğimiz giysilerin en sert ve kabalarıdır. Yanımızda şu dişi deve, şu Habeşli köle ve şu kumaştan başka Müslümanların fey’inden hiç bir şey yoktur. Öldüğümde onları da Ömer’e devredin ve beni bunlardan da kurtarın.”[3]
Hz. Ömer de (radıyallâhu anh) Hz. Ebu Bekir gibi çok alçakgönüllü, sade hayatlı, İslâm’ın hükümlerini uygulama konusunda kararlı ve tavizsizdi. Valileri ve memurları da tıpkı kendi gibiydi. Onu Medine’de bazen omzunda kırba su taşırken görmek mümkündü. Zamanında zenginlik artmasına rağmen o kendini hiç değiştirmemişti.[4]
Halife Ömer, bir gün eteklerini beline sıkıştırmış sağa sola koşuşturuyordu. Yol üzerinde Ahnef ibn Kays’ı görünce, “Gel sen de katıl, devlete ait develerden biri kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı olduğunu biliyorsun” dedi. Ahnef, neden bir köleyi göndermeyip de kendisini yorduğunu sorunca, “Benden iyi köle mi olur?” diye karşılık verdi.[5]
Suriye’nin fethinden sonra Doğu Roma’nın imparatoru ile yakın ilişkilere girilmişti. Bir seferinde Hz. Ömer’in hanımı Ümmü Gülsüm (radıyallâhu anha) (Hz. Ali’nin kızı), imparatorun hanımına hediye göndermiş, imparatoriçe de hediye kaplarını mücevherlerle doldurarak geri yollamıştı. Hz. Ömer, hediyeyi getirip götürenin devlet memuru olduğunu ve onun giderlerinin devlet hazinesinden karşılandığını söyleyerek mücevherleri hazineye aktardı.
Hz. Ali de (radıyallâhu anh) tıpkı Hz. Ömer gibiydi. Vefatından sonra çok sevdiği arkadaşlarından Dırar ibn Damre, Hz. Muaviye’nin yanına vardığında, Hz. Muaviye kendisine Hz. Ali hakkında sorular sorunca şöyle cevap vermişti:
Güçlüydü, fakat her türlü aşırılıktan uzaktı. Güzel konuşur, adaletli hüküm verirdi. Her yanından ilim kaynar, ağzından hikmet dökülürdü. Âlim ve zahidlere saygı gösterir, yoksullara acır, akrabayı, yetimi ve hiç bir şeyi olmayan yoksulu doyurur, çıplakları giydirir ve muhtaçlara yardım ederdi. Bazen ibadet ederken onu gözlerdim. Gece karanlık örtüsünü örttüğünde, mihrabda durur, yılan tarafından ısırılmış biri gibi iki büklüm olur, acı ve ızdıraplar içinde kalmış biri gibi inler, ağlar ve şöyle derdi: “Ey dünya, ey dünya! Benden başkasına git, başkasını aldat. Bana kendini sunuyor, arzuyla bana doğru mu eğiliyorsun? İstemem, aman, hilen yaklaşmasın. Seni üç kez boşadım ve geri dönüş de yok. Hayatın kısa, değerin az, vereceğin bayağı, aldatman ve tehlikeye düşürmen ise pek kolay. Ah! Azık kıt, yolculuk uzun ve yol ıssız!”[6]
Malın Taksiminde Gözetilecek Prensipler
Hz. Ebu Bekir (radıyallâhu anh), beytülmale gelen malları; hür, köle, erkek, kadın, küçük, büyük demeden Müslümanlar arasında eşit olarak dağıtırdı. Kendisine, başta Hz. Ömer olmak üzere bazıları, “Bu malı Müslümanlar arasında eşit olarak dağıttın. Hâlbuki bu insanlar arasında üstün olanlar, iyi geçmişi bulunanlar ve ilk Müslümanlar var” şeklinde uyarıda bulunduğunda, “Ben, bunları hepinizden iyi biliyorum. Fakat bunların sevabı Allah’a aittir. Bu mal ise geçim aracı ve dünya maaşıdır. Bunda eşitlik yolunu tutmak daha hayırlıdır” cevabını vermişti.[7]
Hz. Ebu Bekir, Allah’ın rahmetine kavuştuğunda hilafet vazifesi Hz. Ömer’in güçlü omuzlarına yüklenmişti. Hz. Ömer, hazinedeki malın dağıtımı konusunda şu sözleri söyleyecekti: “Kendinden başka ilâh olmayan Allah’a yemin olsun ki şu malda herkesin bir hakkı vardır. Ben de bu konuda, ancak sizin gibi biriyim. Fakat Allah’ın Kitabı’ndaki ve Resûlullah’ın nazarındaki yerlerinize göre dağıtımda bulunacak ve kişinin İslâm’daki mihneti, önceliği, zenginliği ve ihtiyacını göz önünde bulunduracağım.”[8]
Hz. Ömer bir ordu şeklinde tanzim ettiği Medineli Müslümanlara da buna göre maaş bağladı. Sahabenin tavsiyesi üzerine bir divan kurdu ve bir deftere, kişilerin Resûl-i Ekrem’e olan yakınlıklarını göz önünde bulundurarak adlarını tek tek yazdı. Kendisine, Hz. Ebu Bekir gibi eşit dağıtımda bulunması söylendiğinde, “Resûl-i Ekrem’e karşı savaşanla, yanında savaşanı bir tutmam” diye cevap verdi.[9]
Bir seferinde, Medine’ye harp ganimeti geldiğini duyan Efendimizin hanımı aynı zamanda Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa validemiz (radıyallâhu anha), Hz. Ömer’e gelerek, “Ey Mü’minlerin Emiri! Hissemi verir misin? Ben sana yakın olanlardan biriyim” dedi. Bazıları, Hz. Hafsa’ya gelerek, “Allah rızkı bollaştırdı. Öyleyken Ömer nefsine karşı şiddette ve kısmakta devam ediyor. Bu gelen mal Müslümanların fey’idir. Ömer bunu istediğine versin, sen de onun kızısın” demişlerdi. Hz. Hafsa da Hz. Ömer’e gelip yukarıdaki sözü söylemişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, şöyle dedi: “Ey Ömer’in kızı Hafsa! Kızım olarak senin istediğin, benim malımdadır; harp ganimetleri ise devlet malıdır.”[10]
Hz. Ömer’den sonra yumuşak huylu, hayâ dolu, kerem sahibi ve olabildiğince cömert, yakınlarına ve başkalarına, herkese karşı bol bol infakta bulunan Hz. Osman (radıyallâhu anh) geldi. O, mal taksiminde Hz. Ömer’in siyasetini takip ettiyse de halefi Hz. Ali (radıyallâhu anh), Hz. Ebu Bekir’in uygulamasına döndü.
Bir seferinde yanındakilerden biri, dönemindeki karışıklıkları yatıştırma adına Hz. Ali’ye şöyle bir tavsiyede bulundu: “Ey Mü’minlerin Emiri! Şu adamlara bu maldan ver ve şu Arab’ın ileri gelenlerini ve Kureyş’i mevaliye üstün tutuver.” Bazıları da şöyle dediler: “Muaviye böyle yapıyormuş. İsteyene veriyormuş. İnsanların çoğu dünyaya önem verir ve onun için didinirler. Şu ileri gelenlere ver. İşlerin yoluna girdiğinde, nasıl istersen malı bölüştürürsün.”
Bu pragmatist tekliflere Hz. Ali’nin cevabı kendine yakışacak biçimdeydi: “Siz benden, üzerlerinde İslâm’a göre yönetici olduğum kimseler içinde, zulümden yardım beklememi mi istiyorsunuz? Allah’a yemin olsun ki, gökte yıldız kaldıkça bunu yapmam. Vallahi elimde mal bulundukça, aralarında eşit dağıtırım. Mal sizinken, nasıl böyle bir teklifte bulunabiliyorsunuz?”[11]
Memurları Sıkı Kontrol
Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bir memur tayin ettiğinde, onun bütün mal ve mülkünü sayar, onu sürekli kontrol altında tutar, malî durumunda olağandışı bir artış görüldüğünde hesabını sorar ve gerektiğinde mallarından bir kısmını beytülmal hesabına aktarırdı. Fakat dürüst çalışmaları ve rüşvet gibi İslâm’ın yasakladığı yollara sapmamaları için memurlarına hak ettikleri maaşı da verirdi.[12]
Hz. Ali de Hz. Ömer gibi valilerini çok sıkı kontrol eder ve sık sık yazdığı mektuplarla uyarılarda bulunurdu. Meselâ Basra valisi Osman bin Huneyf’e yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Ey İbn Huneyf! Zengin bir Basralı’nın seni bir ziyafete çağırdığını ve senin de gitme eğilimi gösterdiğini öğrendim. Türlü renkte yemekler senin için seçiliyor ve kocaman kaplar önüne konuyormuş. İhtiyaç sahiplerine sırtlarını dönüp zenginleri çağıran bir halkın davetini kabul edeceğini hiç düşünmezdim. Aldığın lokmalara dikkat et. Kuşkulandıklarını bırak ve meşru olduklarına iyice kanaat getirdiklerini ye.
Eğer isteseydim, saf bal, temiz buğday ve ipek giysiler gibi dünya zevklerine giden yolu seçebilirdim. Fakat Hicaz ve Yemame’de hiç doymayanlar ve bir ekmeği bile bulamayanlar varken, arzularım beni peşinden sürükleyemez ve iştahım beni güzel yemekler yemeye götüremez. Çevremde aç karınlar ve susuz ciğerler varken, doymuş bir mide ile mi yatayım veya şairin dediği gibi mi olayım?
‘Çevrende kuru bir deri için kıvrananlar varken, tok mideyle yatman da bir hastalıktır.’
Dünyanın güçlüklerini halkla paylaşmadıktan sonra kendime ‘Mü’minlerin Emîri’ denmesinden razı mı olayım? Yoksa hayatın zorlukları karşısında onlar için bir örnek mi olayım? Ali bulduğunu yesin ve çayırlıktan midesini doldurup yatan sığırlar veya otlayıp yeşil çayırları yedikten sonra ağılına giren keçiler gibi uykuya mı varsın?”[13]
İslâm, Allah’ın rahmetinin bir tecellisi olarak hayatın her sahasında rahmet ve bereket kaynağıdır ve asıl vâridatını ahirette Cennet, Cemalullah ve Allah’ın rızası olarak gösterecektir.
O, istenmeyen iç çalkantılara, fitnelere ve ardı arkası kesilmez dış saldırılara rağmen Müslümanlara fasılasız 11 asır, dünya saadeti, izzet ve hâkimiyeti bahşetmiştir. Müslümanlar onun ruhundan uzak kalınca, zilletler başlamıştır. Her bakımdan ona geri dönmedikçe de zilletler, zulümler, yolsuzluklar, gasplar ve soygunlar bitmeyecektir.
Dipnotlar
[1]El-Kandehlevî, Yusuf, Hadislerle Müslümanlık, (çev. A. M. Büyükçınar, A. Ö. Tekin, Ö. F. Harman), İstanbul: Kalem Yayınları, 1977, 2/802.
[3]Yakubî, Ahmed ibn Ebî Yakup el-Ahbarî, Tarih, Necef, 1964, 2/126–127.
[4]El-Mes’udî, Ebu’l-Hasan Ali ibn Hüseyin, Mürûcü’z-Zeheb, Mısır, 1964, 2/303.
[5]Numanî, Mevlânâ Şiblî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, (çev. Talip Yaşar Alp), İstanbul, Mahla Yayınları, 1975, 2/385
[7]Ebu Yusuf, İmam Yakup ibn İbrahim, Kitabü’l-Harac, (çev. Ali Özek), İstanbul: İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, 1973, 83–84.
[8]İbn Sa’d, Muhammed, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut: Darü’s-Sâdır, 1994, 3/299.
[10]İbn Sa’d, a.g.e., 3/278; Numanî, a.g.e., 2/266.
[11]İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah ibn Müslim, El-İmame ve’s-Siyase, Mısır: El-Mektebe el-Misriyye, 1910, 132.
[13]Radiyy, Seyyid Şerif, Nehcü’l-Belağa, (çev. Beşir Işık, Faruk Bozgöz), Ankara: Birleşik Yayınları, 1990, 172.