O akşam koğuşta yeni bir fasıl açıldı. Yurdun dört bir yanından toparlanan garipler bir yandan neden burada olduklarına anlam veremiyor bir yandan da “Vardır bir hikmeti” diyorlardı.
İçlerinde en yaşlı olanı, “Gafil kafaya bir tokmak” deyip okumaya başladı. O başlayınca herkes sustu, “Kul zulmeder, kader adalet eder” kaidesini hatırladılar.
Bilge ihtiyar okumayı bitirince gençlerden biri şöyle dedi: “Tamam, insanın işlediği suçların bazılarının cezasız kalıp yapmadığı şeylerden dolayı cezalandırılması kaderin bir sırrı, buna imanım tam. Ama bu bir başka imtihan…
“Sadece günah nazarıyla bakma meseleye” dedi ihtiyar. Musibeti sadece günaha bağlarsak insanlar hakkında sû-i zan kapısı aralanır. Cenab-ı Hakk’ın sayısız muradı olabilir. Derecelerini yükseltmek için bazılarını imtihan vadilerine atar.
Eğer günahtan dolayı olsa, bu da ayrı bir rahmettir. Cezasız kalan suçunu ifşa etmeyip kuluna merhamet eder ve onu âleme rezil etmez, üstüne üstlük onu bir de mazlumiyetle taçlandırıp sabır sayesinde gizli kusurlarını daha buradayken temizler.
Kutsal topraklara gidip Sevr’i, Hira’yı, Uhud’u gezenler bir yönüyle Rahman’ın bir yönüyle de Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) misafirleridir. Biz de burada Yusuf aleyhisselâmın misafiriyiz. Zaten kendisini rüyada gören arkadaşa da öyle dememiş mi?
Bu izah yüzlerde tebessüme, gönüllerde huzura vesile oldu. İhtiyar sözü değiştirdi ve yeni bir fasıl açtı:
Mümin, hayatın her safhasında sünnet-i seniyye ağacına tutunacağı bir dal bulabilir. Bugün biz burada belki de Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatındaki iki dönüm noktası diyebileceğimiz Sevr ve Hira inzivalarının izdüşümündeyiz. Onun mescitteki hallerine, ibadetlerle ilgili tatbikatına, çarşı pazardaki tavırlarına aşinaydık da şimdi bir başka ufukta onu anlama fırsatının eşiğindeyiz. Gayr-i irâdî de olsa buraya getirilmişiz ve bir nevi mağara dönemi yaşamaktayız.
Tarihte pek çok büyüğün hayatına baktığımızda bu tür inziva dönemleri görürsünüz. Onlar ekseriyetle bu koridora iradelerinin hakkını vererek girmişlerse de biz cebren geldiğimiz bu ortamı fırsata dönüştürebiliriz. Hatta büyükler, gebe olduğu yüce mânâlar açısından bakınca Hira’ya mağara demekten hicap duymuşlar, “Hira Sultanlığı” tabirini kullanmışlardır.
Mahpuslardan biri Efendiler Efendisini (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyada görmüş, ona “Çıkmak için değil, temizlenmek için dua edin!” buyurmuş. Hakkımızda hayırlısını dileyelim, çıkmak hayırlıysa çıkmaya, kalmak hayırlıysa kalmaya talip olalım.
Musibet zamanı, duanın vaktidir. Yağmursuzluk, hastalık, esaret gibi musibetler dua zamanıdır. Neticesi Allah’a ait olan bu işlerde duamızın kabulü değil, duanın kendisi esastır. O yüzden benim size bir teklifim var: Mağara hadisinde anlatılan üç kişinin yaptığı gibi Allah indinde makbule geçeceğine inandığımız amellerimizi vesile ederek buradan kurtulmak için dua edelim. Kabul keyfiyetini bilemeyiz, sahibimiz ya bizi buradan çıkarır ya da yıllarca dar mahbeslere hapsettiğimiz ruhlarımızı benlik mağaralarımızdan kurtarır, ne dersiniz?” dedi.
Birisi, “Riya olmaz mı hocam?” diye sordu sâfiyâne bir bakışla. Görmüş geçirmiş ihtiyar, “Böyle bir ortamda, alenen riya batağına saplanacak adam göremiyorum, müsterih ol!” dedi. Sonra ellerini açtı, onu görenler de ellerini semaya kaldırdılar. Rikkat bulutları başlarda tüllenmeye başlamıştı, hissiyat coşmuştu.
İhtiyar, “İhsan Hocam sen başla!” deyip söz verdi sağında oturana. İhsan Hoca utana sıkıla kaldırdı ellerini ve salât u selamlarla duaya başladı. Onun yaptığı hisli açılışı diğerleri gözyaşları içinde sürdürdü:
“Allah’ım, söyleyeceklerimiz hissiyatımızın ifadesi değilse, boyumuzdan büyük laflar edeceksek, senin lütfun olan güzellikleri nefislerimize mâl etmişsek dillerimizi bağla, söyletip de vebalimizi artırma. Gençliğimin en heyecanlı yıllarında karşıma çıkan iki yoldan hayırlısını senin inayetinle seçtim ve güzel insanlarla hem dem oldum. Bunu senin için yaptıysam, “Onlarla bir arada bulunanlar şakilerden, kaybedenlerden olmaz” sırrına beni mazhar eyle. Çıkmam hayırlıysa beni bu zindandan çıkar, arkadaşlarımın da huzurunda Sana arz edecekleri amellerini hakkımda ve hakkımızda şefaatçi eyle ya Rabbi!”
Hıçkırıkları boğazında düğümlenince yanında oturanın dizine dokundu, “Söz sende!” der gibiydi hâli. Diğeri devam etti ve sırayla hepsi söz aldı:
“Rabbim sen de biliyorsun, fakir talebeler olur olmaz yerlerde kalıp iffetleriyle imtihan olmasınlar diye yeri geldi, malı mülkü satıp kazandığımdan fazlasını senin yolunda infak ettim!
Rabbim sen biliyorsun, işten yorgun argın gelip evde dinlenmek yerine nefsimi yenip sohbete gittiğim günün gecesi, yol kenarında bekleyen kimsesiz bir kıza sahip çıktım. Gece vakti nereye gittiğini sorunca ağladı, harçlığını çıkarmak için bir yola gireceğini ve ilk olarak o akşam işe çıkacağını söyledi. Ona sahip çıktım, harçlığını temin edip onu güzel insanlarla kalabileceği emin bir yere teslim ettim.
Rabbim, kimsesiz diyarlarda bir okul açmak için aylarca didindim. Yüzüme bakan olmadı, aç kaldım; sen o uzak beldelerde sabrın tatlı meyveleriyle gönül dünyamı âbâd ettin.
Çocuğumun cenazesini evde bekletip sohbetime gittim ve senin anıldığın meclislerden uzak kalmadım.
Küfrün gemi azıya aldığı demlerde bir gence el uzatabilir miyim diye okul önlerinde bekledim, yeri geldi simit sattım.
Talebelerime sabrettim. Onlar geleceğin büyükleri deyip büyük küçük kusurlarına göz yumdum. Namaz kılmayan talebemi alıştırmak için onu teşvik ettim.
Rabbim, arkadaşlarımın alnı secdeden uzakken namazımı rahat kılamam deyip onların derdiyle dertlendim. Sen de biliyorsun, onlar için ağlayarak çok dua ettim. Senin inayetinle onlara namazı anlattım.
Fısk u fücur içinde kendilerini korumakta zorlanan talebelerime sahip çıkmak için çırpındım. Onlara Seni anlattım.
Fitne fesadın gemi azıya aldığı en bozuk ortamlarda Sana verdiğim sözü tuttum ve gözümü korudum.
Dalından kopup giden bir gülü bulmak için İzmir’in soğuk gecesinde sokak sokak dolaştım ve onu bulup kurda kuşa yem olmadan geri dönmeye ikna ettim.
Henüz çevremizde birkaç kişi varken bir kamyon dolusu deriyi taşıyıp yataklara düştüm.
Milletin hakaret ve alay dolu bakışlarına aldırmadan, el âlem çoluk çocuğuyla bayram yaparken çıkıp deri topladım.
Senin rızan için, insanlar doğru şeyler okusunlar diye onları duru bir su kaynağıyla tanıştırma niyetiyle kapı kapı dolaştım.
Arkadaşlarımı mala mal katma sevdasından vaz geçirip fakir talebeye burs vermeye ikna ettim. Benim verecek bir şeyim yoktu; ancak verenlerle bir arada olmayı şeref bildim. Onlar infak yolunda coşarken ben de bereket dualarıyla yanlarında hazır bulundum. Hissettiğim sekinenin, himmet edememenin hüznünü çok gerilerde bıraktığı makbul meclislerde yer aldım.
Bu insanlarla beraber oldum diye falakaya yatırıldım, altı ay namazlarımı oturarak kıldım. Yaralarımı senin ihsanın olan şeref madalyaları kabul ettim.
Allah’ım alnı secde görmemişlere duhâyı, evvâbini, teheccüdü öğrettim.
Bu güzel insanlar vesilesiyle Senin Habibini sevdim. Ashabını tanıdım. Bir sermayem varsa, herhalde onları çok sevmemdir.
Senin yolunda verecek servetim yoktu, devrin Enes bin Malik’i olsun diye evladımı bağışladım, onu genç yaşında hicrete gönderdim.
Ben ne diyeyim Rabbim, bu yolda Hacı Kemal’i, Mehmet Özyurt’u, Kurban Dede’yi, Halim Baba’yı, Kervancı’yı, Pekmezci’yi, Samsunlu Hocamı tanıdım. Senin öyle insanları yanlış yola saptırmayacağına hüsnü zannım tam oldu.”
Sonra herkes sustu, hıçkırıkları derinden bir âmin eşliğinde devam etti.
Zindan duvarları da duaya hasretti zaten. Onları dört duvar arasında da kollayıp gözeten Sahipleri, elbette bir hikmete binaen kendilerine Hira Sultanlığının eşiğinde bir dem lütfetmişti.
Öyle ya, eşikte beklemek, kapının Sahibinin lütfuna davetiyeydi.