Felsefe ile İkinci İmtihanımız

Müslümanlar olarak Yunan felsefesi ile ilk yüzleşmemiz İslam’ın ilk dönemlerinde gerçekleşti. Yunan filozoflarının eserleri, Miladi 8 ile 10. yüzyıllar arasında, Süryanice ve Grekçeden Arapçaya tercüme edildi. İslamiyet’in ilme çok önem vermesi, tercüme faaliyetlerini teşvik edici bir unsur oldu. Ancak bir süre sonra, Müslümanlar arasında felsefe karşıtı görüşler ortaya çıkmaya başladı.

Felsefe en genel ifadesi ile bir düşünce sistemidir. Bu yönüyle ele alındığında kökleri eski Yunan öncesine, Mısır, İran, Hint ve Çin medeniyetlerine kadar gider. Medeniyetler dönem dönem ilim ve kültüre bayraktarlık yapmışlardı. M.Ö. 6 ile M.S. 6. yüzyıllar arasında da Yunan medeniyeti düşünce alanında çok önemli gelişmeler kaydetti. Bu ilim ve düşünce bayrağını, M.S. 9 ile 13. yüzyıllar arasında Müslümanlar layıkıyla taşımışlar, Rönesans ile birlikte düşünmenin merkezi Avrupa ülkeleri olmuştur.

İslam dünyasında felsefe karşıtı görüşlerin ortaya çıkmasının sebebi, felsefenin bazı düşüncelerinin İslamiyet’e uymamasıydı. Her felsefî düşünce bir mutlak tasavvuru ve bunun üzerine kurulu ontoloji (varlık felsefesi) ve epistemolojiden (bilgi felsefesi) oluşur. “Mutlak tasavvuru,” varlık perdesinin arkasında yer alan ve varlığın esasını teşkil eden kaynaktır. Filozoflar, gelip geçişi olan ve sürekli değişen zahirî âleminin arkasında sabit bir öz aramışlardır.

İslam’a göre varlık Allah’a (celle celâluhu) dayandığı için bir kısım felsefî düşüncelerle İslam arasında çelişkiler olması kaçınılmazdı. Bu çelişkileri gören İslam âlimleri felsefeye karşı görüşler ileri sürmekteydiler. Kimi âlimler felsefe ile ilgilenmenin haram olduğuna hükmederken, mutedil bazı âlimler ise felsefenin zararlı kısımlarını ayıklayarak faydalı taraflarının alınmasına cevaz vermekteydiler. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi İslam filozofları ise Yunan felsefesini bir bütün olarak kabul ediyor ve öğretiyorlardı.

Müslümanların felsefe ile bu ilk yüzleşmelerinde İmam Gazali’nin çok kritik bir rolü oldu. İmam Gazali felsefeye tamamen karşı olanlar ile felsefeyi teklifsizce kabul edenler arasında bir orta yolu tercih etti. Kendi düşünce sisteminin mutlak tasavvuru olarak varlığın kaynağının Allah (celle celâluhu) olduğunu kabul eden Gazali, filozofların görüşlerini bu kaynağa göre değerlendirdi. İlahî hükümlere uyan felsefî görüşleri aldı, uymayanları ise reddetti. Felsefenin temel bölümlerinden birisi olan mantık ilmini meşrulaştırdı. “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz” gibi cümleleri ile mantığın Müslümanlar tarafından kabul edilmesini sağladı.

Müslümanlar, felsefe ile ilk yüzleşmelerinden sonra ortaya çıkan düşünce krizini Gazali ile aşmış oldular. Gazali’ye kadar İslam dünyasında Farabi, İbn Sina çizgisinde İslam felsefecileri ile bunlara karşı olan ulema olarak iki grup vardı. Gazali ile birlikte Meşşailik denilen ve Müslümanlar arasında Farabi ve İbn Sina’nın (ve daha sonra İbn Rüşd’ün) temsil ettiği felsefî sistemin tekelci yapısı ortadan kalkmış oldu ve yeni felsefî sistemler ortaya çıktı. Cürcânî ve Teftâzânî gibi âlimlerin temsil ettiği nazarî kelam düşüncesi gelişti. İbn Arabî, Konevî ve Davud-i Kayserî gibi muhakkik zatların eserleri yardımıyla nazarî irfan düşüncesi boy gösterdi. Yine Sühreverdî gibi âlimlerin temsil ettiği hikmet-i işrak düşüncesi ortaya çıktı. Yani Gazali ile birlikte Yunan felsefesi Müslümanlar için ciddi bir tehlike olmaktan çıktı, bilakis faydalı bir bilgi sistemi olarak kullanıldı.

İslam dünyasında bu gelişmeler yaşanırken, Batı dünyasında da Yunan felsefesinin eleştirisi yapılmaktaydı. Batı dünyası, Yunan felsefesini ve aslında o dönemde felsefenin içerisinde yer alan bilimleri Müslümanlardan öğrenmişlerdi. Çünkü Avrupa’da M.S. 6 ile 12. asırlar arasında felsefe eğitimi yapılmadığı için, uzun bir kopukluk dönemi ortaya çıkmıştı. Aynı dönem içerisinde ise Müslümanlar Yunan felsefesini alarak geliştirmişler ve belli bir seviyeye ulaştırmışlardı. Avrupa’da Aydınlanma Dönemi başladığında yeniden Yunan felsefesi ile ilgilenmeye başlamışlar ve felsefe kitaplarını Arapçadan kendi dillerine çevirmişlerdi.

İslam dünyasında Gazali’nin felsefe eleştirisinin benzerini, Batı’da Descartes yaptı. Descartes’a kadar bilginin formel şartı insanın dışında aranmıştı. Bilginin formel şartı, klasik felsefede insan zihninin dışında sabit bir halde var kabul ediliyordu. Sözgelimi Platon’a göre burası idealar âlemi, Aristoteles’e göre ise varlığın kendisi idi. Descartes ise bilginin insanın zihninde yeniden oluşturulması gerektiğini ileri sürdü. “Düşünüyorum, o halde varım” meşhur cümlesi, onun kendi varlığına dair bilgi dışındaki bütün bilgilerin tahkik edilmesini gerekli gördüğü anlamına gelir. Dolayısıyla insan varlığın bilgisini sıfırdan ve doğruluk ilkesine göre bina etmeliydi. Bu basit cümle, klasik felsefenin temellerini sarsacak güçteydi. Daha sonra gelen filozoflar Descartes’ın yolundan giderek klasik felsefeyi (skolastik düşünce) yerle bir ettiler.

Kant, Descartes’tan bir adım daha ileriye giderek varlığın metafizik boyutunu bilim dışı ve ispatlanamaz konulardan saydı. Ona göre dinî konular, bilimin inceleme alanında yer alamazdı. Çünkü bunlar bilimin ispat yöntemleri ile doğrulanamazdı. Pozitivizm, Marksizm gibi tam anlamıyla materyalist felsefeler ise metafizik meselelere ve dine hiç hayat hakkı tanımıyordu.

İslam dünyası olarak felsefe ile ikinci yüzleşmemiz, modern batı düşüncesinin etkisine girmemizle başladı. Osmanlı Devleti, Tanzimat ile birlikte Batı düşüncesinin topraklarına girmesine izin vermiş oldu. Böylece modern Batı düşüncesi, yıkıcı etkisini Osmanlı ve bütün İslam dünyası üzerinde göstermeye başladı. İslam dünyasındaki klasik kurumlar, bu yıkımdan payını fazlasıyla aldı. Medreseler, tekkeler, idarî kurumlar, sosyal hayat, dini anlayış, tıpkı Avrupa’da olduğu gibi kökünden sarsıldı. Çünkü Avrupa’da olduğu gibi İslam dünyasında da bütün kurumlar esas itibarı ile klasik felsefî düşünceye göre yapılandırılmıştı. Artık Müslümanlar için modern Batı felsefesi ile hesaplaşmaktan başka yol görünmüyordu.

Tıpkı Yunan felsefesi ile ilk yüzleşmemizde olduğu gibi Müslümanlar yine üç kesime ayrıldılar. “Batıcılar” (Garpçılar) diye isimlendirilen kesim, Batı medeniyetini bir bütün olarak kabul etti. Bir kısım dindar Müslümanlar ise Batı medeniyetini hiç yokmuş gibi farz ederek eski hayatlarına devam etmeyi tercih ettiler. Bu iki yol da Müslümanların problemlerine çözüm getirmiyordu. Batıcılar zaten Batı medeniyetini benimsedikleri için artıları ve eksileri ile o medeniyetin hanesinde yer alıyorlardı. Batı medeniyetini reddedenler de ister istemez onun etkisine maruz kalmaktaydılar. Takip edilmesi gereken en doğru yol ise Gazali’nin Yunan felsefesine yaptığı gibi Batı medeniyetini ve felsefesini İslamî süzgeçten geçirmekti. Müslümanların felsefe ile ikinci hesaplaşmaları bu şekilde gerçekleşti ve gerçekleşmeye de devam etmektedir.

Bu ikinci hesaplaşmada Gazali’nin yaptığını yapan âlimlerden bir tanesi de Bediüzzaman Said Nursi’dir. Telif ettiği Risale-i Nur Külliyatı, özellikle pozitivist felsefî düşünce başta olmak üzere bütün materyalist felsefenin ne kadar temelsiz olduğunu gösterdi. Risale-i Nurlar sadece Batı düşüncesine yapılan bir eleştiri seviyesinde kalmamış, yeni bir düşünce sistemi de kurmuştur. Bu düşünce sistemi, klasik felsefî düşünceden ve buna dayalı olan klasik İslam düşüncesinden farklıdır. Çünkü modern Batı düşüncesi karşısında klasik felsefeye dayalı İslam düşüncesinin dayanma imkânı yoktu. Bu sebeple Bediüzzaman, modern Batı düşüncesinin yıkıcı etkisine karşı yeni bir İslamî anlayışla ortaya çıktı. Kaynağını Kur’ân ve ve hadisten alan bu anlayış, felsefe ve bilimdeki gelişmeleri de göz önünde bulunduran bir düşünce sistemi idi.

Kastamonu’daki bir kısım lise talebeleri, Üstad Hazretlerini ziyaret edip “Bize Halıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” derler. Üstad, “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisân-ı mahsusuyla, mütemâdiyen Allah’tan bahsedip Halıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz” şeklinde cevap verir. Modern Batı düşüncesi metafizikten bilime yönelmiş, deney ve gözleme dayanan araştırmalarla göz alıcı gelişmeler gösteriyordu. Artık bütün dünyada bilim, Batı’nın yeni bilim anlayışına göre oluşmaktaydı. Bediüzzaman Batı’nın yeni bilim yöntemlerini inançsızlık maksadıyla kullanmasına karşı çıktı. Bilimlerdeki gelişmeler, zorunlu olarak dini inkâr sonucunu doğurmuyordu. Materyalist ve pozitivist filozofların bu iddiaları bir aldatmacaydı. Onların bilimden inançsızlığa gitmeye çalışmalarına karşılık, Bediüzzaman aynı bilimle inanca yol açıyordu. Hz. Musa’nın (aleyhisselâm) asasını vurduğu her yerden mucize olarak su çıkarması gibi, Bediüzzaman da zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde ve her yerde Allah’ın varlığını, birliğini ve diğer iman düsturlarını ispat eden deliller gösteriyordu. Müslümanların Batı düşüncesinden ve biliminden çekinmelerine gerek yoktu. Modern okullarda eğitim alan öğrencilerin inançsız olmaları zorunlu bir sonuç değildi. Bediüzzaman “Küfrün beli kırılmıştır” derken Batı düşüncesinin inançsız kısmının yenildiğini ifade ediyordu.

Asâ-yı Musa ve Emirdağ Lahikası’na dâhil edilen bir mektubunda, Üstad Hazretleri şu mühim ayrımı yapmaktadır: “Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir. Belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlât-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.

İkinci kısım felsefe, dalâlete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalâleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla Kur’ân’ın mu’cizekâr hakikatleriyle muaraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve burhanlı muvazenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaattar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler Risale-i Nur’a itirazsız, çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.”

Bediüzzaman’ın kurmuş olduğu bu yeni düşünce sisteminin teoride kalmaması için hayatın bütün ünitelerinde uygulanması gerekiyordu. Bu uygulamayı ise Hizmet Hareketi gerçekleştirdi. Hizmet Hareketi, Risale-i Nurların düşünce sistemini başta eğitim olmak üzere hayatın bütün ünitelerinde uyguladı. Böylece bu fikirleri, teorik düşünceler olmaktan kurtardı.

Kaynaklar

Çağrıcı, Mustafa, “Gazali” md., TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 13, s. 495–497.

Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul: İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1961.

Kufralı, Kasım, “Gazzâlî”, İA, c. 4, s. 748–776.

Lachelier, Jules, Tümevarımın Temeli Hakkında, çev. Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul: MEB Basımevi, 1949.

Macit, Muhittin, “Tercüme Hareketleri”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 40, 498–504.

Nursi, Bediüzzaman Said, Asâ-yı Musa, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010.

Öner, Necati, Tanzimattan Sonra Türkiye’de İlim ve Mantık Anlayışı, Ankara, 1967.

Ülken, Hilmi Ziya, “İbn Rüşd”, İA, c. 5/2, s. 790–791.

Ülken, Hilmi Ziya, “İbn Sina”, İA, c. 5/2, s. 809–811.

Yavuz, Yusuf Şevki “Burhan”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 429–430.

Bu yazıyı paylaş