Her zaman bahçesinde olurum caminin. Bahçenin ortasında durur, gelen geçenleri süzerim. Bir yanımda cami, bir yanımda musalla taşları… Kimler geldi geçti bu taşlardan kimler… Zenginler, fakirler, erkekler, kadınlar, gençler, ihtiyarlar, hatta çocuklar… Kimisinin bekleyeni fazlaydı, kimisinin birkaç kişi. Hiçbirine farklı muamele yapılmadı. Hepsi için aynı soruyu sordular. Hepsi için aynı cevabı aldılar: “İyi biliriz, iyi biliriz.”
Er kişi, hatun kişi diye kim olduğu söylenir, ama bu söylenmeden anlaşılır aslında gelenin kim olduğu. Başındaki sarıktan, kasketten, çemberden ya da duvaktan anlaşılır. Omuzlar üstünde getirilir, omuzlar üzerinde götürülürler. Hani el üstünde tutulmak derler ya, aynen öyle, hiç bu kadar el üstünde tutulmamıştır gelenler. Kimisi ilk göz ağrısıdır, kimisi annesinin ciğerparesi, kimisi babasının bir tanesi, kimisi gözünün nuru, kimisi evinin direğidir bekleyenlerin. Ama hiçbirinin kıymeti o günkü kadar bilinmemiştir.
Boşuna dememiştir şair:
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali şu musalla taşında
Son buluşmadır bu, anneyle, babayla, dedeyle, evlatla… Dargın olanların, dostların, alacaklıların, borçluların, gurbettekilerin bir araya geldiği son buluşma. Herkes mahzun, mükedder olsa da ateş düştüğü yeri yakar hep. İçin için ağlar en yakınlar, yürekler taşar, gözler coşar.
Bazıları uzun zamandır unuttukları ve yakında yeniden unutacakları, lezzetleri acılaştıran ölümü, kısa süreliğine de olsa hatırlamıştır. Sessizlik, matem, sükûnet hâkimdir. Yarım saatliğine de olsa unutulur dünya. İnsanoğlu bir gün kendisine de sıra geleceğini pek aklına getirmez. Sanki ölüm hep başkalarının başına gelecektir. Oysa insan kendi ölümünü ciddi olarak düşünse, bir defa daha gönülden tövbe eder, bir defa daha dürüst yaşamaya, kalb kırmamaya ve yakınlarının kıymetini hayattayken bilmeye niyet ederdi.
Baki meşhur bir gazelinin mısralarını fısıldamıştı bir şair dostunun kulağına:
Kadrini seng-i musallâda bilüp ey Baki
Durup el bağlayalar karşına yârân saf saf
Sessiz sessiz konuşanlar, fısıldaşanlar olur her köşede: “Erken gitti”; “Çok çekti, kurtuldu zavallı”; “Hayatının baharındaydı”; “Tam da emekliliğin tadını çıkaracaktı”; “Evinin taksiti yeni bitmişti”; “Daha dün öğle yemeğinde beraberdik”; “Tayin bekliyordu garibim.”
Bir gün mahallemizin afacan çocuğu Ahmet’i getirdiler. Sokakta oynarken kaçan topun arkasından koşmuş. Geç fark etmiş Ahmet’i şoför. Herkes hatırlıyordu onun afacanlıklarını. “Cami bahçesinde oynanmaz evladım” diyerek baston sallayan yaşlılardan nasıl da kaçardı. Arkadaşlarından saklanırken arkama gizlenir, hep o sobelerdi. Babası bitkindi, ağlıyordu. Baston sallayan hacı amcalar bile gözyaşlarını sel yapmıştı.
Yaşatan ve öldüren Allah’tır. Evlatlarımız birer emanettir bize. Emanetin sahibi bazen verirken bazen de alırken imtihan eder. Her meselede bizim için hüsn-i misal olan İnsanlığın İftihar Tablosu, ölüm karşısındaki tavrıyla da ümmetine yol göstermiştir. Ciğerparesi, oğlu İbrahim, küçücük yaşında vefat edince, gözyaşlarıyla yanaklarını ıslatmış, “Sen de mi ya Rasûlallah?” diye sorulunca: “Göz yaşarır, kalb hüzünlenir, buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!” demiştir.
Mahalle bakkalımızın babası Osman amca getirildi bugün. Kalp kriziymiş onu buraya getiren. Osman amca 80’i devirmiş, beli bükülmüş, bir cami kuşuydu. Sabah namazlarında herkesten önce gelirdi camiye. Anlaşıldı bugün sabah namazına gelmeyişinin sebebi. Daha dün yatsıdan çıkarken şakalaşmıştı kendisinden büyük bir arkadaşıyla. “Hacı, hazır mısın, sıran geliyor” diye seslenmişti arkadaşı ona. O da “Hacı, sen de biliyorsun ki sırası yok bu işin” demişti. Sırası gelen gitmiyor, bilesin, eceli gelen gidiyor. “Hacı amca” diye seslenirdi herkes bu güleç, sevimli, güngörmüş ihtiyara. O gün yeri değişmişti Hacı amcanın. Arkasında değildi, önünde duruyordu o gün imamın. Bilseydim son günü olduğunu daha bir dikkatle bakardım yüzüne. Nereden bileceksin ki; o da bilmiyordu besbelli.
Ne de güzel ifade etmiş şair bu bilinmezliği mısralarında:
Neylersin ölüm herkesin başında.Uyudun uyanamadın olacak.Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?Bir namazlık saltanatın olacak,Taht misali o musalla taşında.
Son baharda yaprakları dökülür arkadaşlarımın, her sonbahar kıskanırlar beni. Ne soğuklar, ne sıcaklar, ne rüzgârlar, ne yağmurlar gördük biz bu bahçede. Ne göçlere şahit olduk bahçemizde.
Bugün imam kıldırmıyor namazı. “Allah Allah, hiç böyle yapmazdı. Her zaman cemaatinin önünde olurdu. Bir şey mi oldu acaba” diye düşünürken iki ihtiyarın konuşmasına şahit oldum. “Bak, yine önümüzde, ama imam olarak değil bu sefer, kendisi yolcu oldu.” Cemaat çok kalabalık, bütün bahçe dolu, ben de yerimi aldım safta.
Camiye her gelişinde selamlardı bizi, “Esselamü aleyküm ya eyyühel eşcar” derdi bize. Onu da omuzlara alıp ağır adımlarla geçtiler önümden. Tam o esnada çıkan bir rüzgârla eğildim eğilebildiğim kadar, selamladım onu. Avludaki selvilerin en yaşlısı olarak özleyeceğim onun selamını, çok özleyeceğim. Bakalım yarın sıra kimin diye geçirdim içimden. Sonra birden Osman amcanın sözleri geldi aklıma: “Sırası yok bu işin hacı, sırası yok bu işin…”