Latîfe-i rabbaniye; nazargâh-ı ilahî olmasının yanında, insânî ufka ulaşmanın da peyki, burağı ve vesile-i nuraniyesidir. Onun dilinden anlayanların ufkunda seyahat, bir iştiyak-ı likaullah yolculuğudur. Konunun bizim dar ufkumuzu aştığı muhakkak; ne var ki, böyle bir aşkınlık mutlak suskunluğu gerektirmez. Kıvamında beste ve güfte onlardan, duyup hissettiklerimizi veya uzaktan gölgelerinin temaşasıyla müteselli olduklarımızı dillendireceksek, ‘kâriîn-i kirâm’ın bunları nazar-ı müsamaha ile karşılayacağını ümit ediyoruz.
Latîfe-i rabbâniye veya âyine-i samedâniye de denilen, beşere Hak mevhibesi bu sistem; akıl, irade, his ve şuur buudlarıyla insanın özü sayılan vicdan mekanizmasının takdirler üstü en değerli bir unsurudur. Daha önce de “seyyid-i kelâmi’l-beşer” ile dillendirildiği üzere, –أَلَا إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً… الخ beyan-ı nebevîsini kastediyoruz- büyük ölçüde insanın maddî anatomisinin salah, selâmet ve sıhhati bu müstesna latîfeyle irtibatlı olduğu gibi, insanın bâtınî ve ledünnî derinlikleri de yine o rükn-i âzamın, dünya ve mâfîhâdan âzâde.. tevhîd-i ulûhiyet ve tevhîd-i rubûbiyet mülahazasında bir dil ve tercüman.. ritimleriyle bu iki daire-i kudsiyeyi işaretleyip duran bir mızrab-ı nurânî olmasıyla alakalıdır. O, gaye-i hayal ufkuna iştiyak içinde kasılıp kıvranan bir heyecan ve heymân unsuru.. ebediyet ve Ebedî Zât iştiyakıyla cayır cayır yanıp püryan olan bir fenâfillâh dili.. tevazu ve mahviyetle buudlar ötesi seyahatlere talip, yorgunluk bilmez bir küheylan.. her zaman sonsuzluk rüya ve hülyalarıyla oturup kalkan ve “hel min mezîd?!.” deyip gözünü ötelere, ötelerin de ötesine dikmiş bir vuslat ve şeb-i arûs sevdalısı.. marifet, muhabbet, aşk u iştiyâk-ı likâullah delisi.. beden dünyasındaki maddî-manevî hükümranlığına rağmen, sevdalandığı kapının boynu tasmalı, kulağı küpeli azat kabul etmez bir bendesidir ve sürekli tiktaklarıyla sinesinde bulunduğu emanetçiye bunları ve daha neleri neleri hatırlatan mübarek bir mekanizma, aldatmayan bir ihtarcıdır. Kendinde konaklamaya gelen varidât-ı rabbâniyeyi metafizik kılcallarla raiyyetinin bütününe ulaştırma hafakanları içinde -çizgi, Kitap, Sünnet ve selef-i sâlihîn güzergâhı- bir yaşatma delisi; nefis ve hevâ isiyle-pasıyla kirlenmeyen ve her zaman ötelere göçe teşne bulunan öyle bir latîfe-i câmia-ı külliyedir ki, ufku itibarıyla mele-i a’lânın sakinlerine denktir dense mübalağa yapılmış olmaz…
Bu latîfe, “mâ hulika leh” çizgisinde, mâhiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun o müstesna konumunda kalabildiği sürece, her zaman enfüs ve âfâkı, inhirafa düşmeden doğru okuyabilir.. enfüste tıkanıklığa, âfâkta dağınıklığa düşmez.. bunlardan birini O’ndan gelmiş bir nâme gibi görür ve öper başına kor; diğerini de büyüleyen bir câmi fihrist gibi mütalaa eder ve saygıyla selamlar. Bu ufuk, “akrabü’l-mukarrabîn” ufkudur ve “نَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ” “Biz ona şah damarından daha yakınız!” hakikatini zevk etme zirvesidir. Bu ufkun insanları rüyalarında bile o endişe verici tıkanıklığa düşmez ve katiyen bir dağınıklık da yaşamazlar. Bunlar melekûtî yanları önde melek-misal öyle babayiğitlerdir ki, hayatlarını her zaman ötelere ve ötelerin de ötesine müteveccih geçirmek için çırpınır-durur; rüyalarında bile en küçük inhirafları ciddî bir zelle sayar ve hemen arınmak için “evbe kurnaları”na koşarlar.
Bunların latîfe-i rabbâniyeleri iradî ve gayr-ı iradî hep Sâhib-i Beyt’e müteveccihtir. Bu itibarla da onun her zaman pak ve pırıl pırıl tutulması için evbe kurnalarında arınmadan arınmaya koşar; gönül diriliği ve duruluğu için ölesiye bir gayret içinde bulunurlar. Herkesin gaflet ânı sayılan geceler onların cıvıl cıvıl en canlı oldukları ve tecellî için pusuya yattıkları nurlu zamanlardır. Onlara göre gündüzler, menfezleri değişik şerarelere açık, kâr-zarar at başı, bulanık zaman dilimleri; geceler ise Dost’a küşâde halvet koylarıdır. İbrahim Hakkı hazretleri bu hususu seslendirme sadedinde,
“Ey dîde nedir uyku, gel uyan gecelerde,
Kevkeblerin et seyrini seyran gecelerde;
Çün gündüz olursun nice ağyar ile gâfil,
Ko gafleti, dildârdan utan gecelerde;
…
Dil beyt-i Hudâ’dır, ânı pak eyle sivâdan,
Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde…”
der ki, konu tamamen bir tecellî ve meclâ meselesidir; yoksa hâşâ O, tebeddülden, tagayyürden, elvân u eşkâlden, hayyizden, mekândan münezzeh ve müberrâdır.