Günümüzün insanı eşine az rastlanır şekilde kendini bir problemler sarmalı içinde buldu: Sağanak sağanak bela, musibet ve dâhiyelerin yanında, nefsânîliğe teşvik eden sebep ve sâikler; millî ve manevî değerlere karşı saygısızlık; mefkûresizliğin yol açtığı nefsânîlik; süs, zînet ve debdebe düşkünlüğü; dünyaperestlik ve yaşama zevki; tûl-i emel ve tevehhüm ebediyet; sonra bütün bunları elde etme adına her vesilenin meşru sayılması -Makyavelizm-… gibi kalbî ve ruhî hayatı felç eden daha bir sürü kahredici emrâzın yanında, korkunç bir vurdumduymazlık, insanı insanlığından utandıran aymazlık, dilsiz şeytanlık diyeceğimiz haksızlık karşısında suskunluk; bir kısım mütegallip ve zâlimlerin hay-huyunu, mazlum ve mağdurların da âh u efgânını duymamazlık… Daha onlarca dâhiye ve musibet ki, tarihte emsali az görülmüştür desek mübalağa etmiş olmayız.
Dünden bugüne bütün bu iç içe inhiraflara karşı birkaç düzine, yaşamalarını yaşatma duygusuna bağlamış, o yüksek mefkûreyle oturup- kalkan ve kalb-ruh diyen gönül eri, yaptıkları işin ve yürüdükleri yolun zorluk ve handikaplarına rağmen “Bu can bu uğurda!..” deyip bütün tehlikeleri göze alarak yürüdüler bu ba’s-ü ba’de’l-mevt -diriliş- yolunda. Fuzûlî gibi: “Cânımı Cânân eğer isterse minnet cânıma, Can nedir ki ânı kurban etmeyem Cânân’ıma..” mülahazasıyla pürneş’e, ümitle şahlanmış olarak ve bütün dünya ve mâfîhâyı ayaklarının altına alarak, yürümenin zorluğuna, güzergâhın güvensizliğine, engellerin amansızlığına, çarpık ve sapık kanaatlerin insafsızlığına rağmen “Yâ Sabûr!” deyip yürüdüler hız kesmeden peygamberler (sallallahu alâ nebiyyinâ ve aleyhim) yolunda. Gönüllerinde kutsallarının safvet ve duruluğu, millî mefkûrelerinin haşmet ve ululuğu, hiçe saydılar karşılarına çıkan her türlü zorluğu; hâl ve temsil diliyle cihanlara duyurmak için Hakk’ı ve Hakk’ın sevdiklerini, yürüdüler “hel min mezîd” diyerek dört bir yana… Bunlar Hakk’ın emir ve yasaklarına riayetin ve güzergâh tehlikelerinin zorluğunu bilerek o yola revân olmuşlardı. Yürüdükleri yolun inişli-çıkışlı ve engebeli olduğuna vâkıf idiler, ama sabır iksiriyle o ağır hamûleyi hafifletip taşınır hâle getireceklerinden de emindiler. Mebdei oldukça acı ve hazmedilmez, neticesi şeker-şerbet “sabır” denen o iksirle günah ve nefsânîlik girdaplarını aşıyor; hak bilmezlerin şirretliklerini onunla yumuşatıyor; her şeyin bir vakt-i merhûnu bulunduğuna o mercekle bakıyor; hilekâr ve düzenbazların entrikalarını onunla tesirsiz hâle getiriyor; yolların uzayıp gitmesini ve bir türlü sona ermeyişini bir “Lâ havle” çekip onunla tabiî görmeye çalışıyor; kine, nefrete, inada, hasede kilitlenmiş mutaassıpların insanı çatlatan bağnazlıklarını onunla görmezden geliyor ve “ziya” deyip “nur” deyip yollarına devam ediyorlardı.
Diş sıkıp katlanma hususunda, olumsuz her hâl, her keyfiyet ve her duruma karşı, “Ey iman eden emniyet ve güven insanları!.. Siz bütün bu menfi durumları sabır ve namaz istiânesi ile savmaya bakın, zira Allah sabredenlerle beraberdir!” (Bakara sûresi, 2/153) menhelü’l azbü’l-mevrûdu, onların her zaman başvurup gönül ve ruh kâseleri saldıkları her derde deva pırıl pırıl bir kaynaktı. O öyle ledünnî bir menbâ idi ki, insan onu her yudumladıkça doğar kalbine bir teveccüh-ü Rahmân; içtikçe ona verir hayat-ı câvidân ve yudumlanan damlalar, olur adeta birer ummân.
Bütün bunlara rağmen onlar, birer fâni olduklarının ve güçlerinin de sınırlı olduğunun farkındaydılar. Onun için de teşebbüs ettikleri hemen her işlerinde kendi havl ve kuvvetlerinden -irfanları ölçüsünde- teberrî eder ve Kudreti Sonsuz’un irade ve meşîetine sığınarak damlalarını deryaya, zerrelerini de güneşlere çeviriverirlerdi. Aslında yok’u var’a çevirmenin, hiç’i değerler üstü değerlere yükseltmenin yolu da bundan geçmektedir. Zaten Kudreti Sonsuz’un teveccüh ve tecellisi de O’na doğru yürüyenlerin kendilerinden geçmelerine bağlanmıştır. Ne hoş söyler bir hak dostu varlığa ermenin yokluktan geçtiğini:
“Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken, Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana.”
Zamanın -O’ndan koparılan zamanın- vefasızlaştığı, duyguların hezeyana dönüştüğü, kaba kuvvetin bütün bütün azgınlaştığı, peygamberler yolunda yaşamanın bir hayli zorlaştığı, yarınlarda nelerin olabileceğinin belirsizleştiği o sisli-dumanlı kapkara günlerde bile onlar hep mini mini kaynaklar oluşturarak, dar çerçevede de olsa sızıntılar meydana getirdi, ümitlerimize yeni ümitler ekleme heyecanıyla oturdu-kalktı ve deryalara dönüştüklerinde tebahhur edip rahmet damlaları haline geldiler. Bu sayede kupkuru çöller, dikenlere yenik düşmüş hâristanlar birer gülistan şeklini aldı. Ufukta hiçbir ışığın görülmediği, yolların işaretsizlikle karardığı demlerde onlar ellerindeki meşalelerle karanlıkta kalmışlara nur ve ziya oldu ve her yerde birer ışık süvarisi olarak takdirle alkışlandılar. Himmet ve gayretleri ona bağlı değildi; olan şeyler gönüllerde vüdd ve sevginin sesi-soluğu ve takdirkârların kadirşinaslığının ifadesiydi.
Eltâf-ı ilâhiye olarak, ak cihangirlerin elde edemedikleri başarılarla anılır hâle geldiler ama tevazu, mahviyet, hacâlet, acz ü fakr mülahazalarına da sâdık kalarak sürekli kendilerini nefyetti ve “Nefy-i nefiy isbattır” disiplinine bağlı kaldılar. Veren O’ydu, alma bahtiyarlığı yaşayan da onlar; konuyu böyle konumlandırdı, kibir, gurur, ucb, enâniyet ve fahr ile Hazreti Sahib-i Zişan’a karşı saygısızlığa düşmeme hassasiyetiyle oturdu-kalktılar. Oturdu-kalktı, O’nun bendeleri olmanın sadâkat ve samimiyetini koruma adına her vâridât ve mevhibenin çehresinde O’nun inayet, riâyet ve kilâet elini görüp, iç içe bela, musibet ve handikaplara rağmen asla ye’se düşmedi, kat’iyen inkisar yaşamadı ve “Adım güneşin doğup battığı her yere ulaşacaktır!” mesajını olmazsa olmaz bir emir, bir gaye-i hayal kabul ederek, şahlanan küheylanlar gibi dolu-dizgin yürüdüler ahsen-i takvime mazhariyetin ufkuna doğru. Gerçi uğrunda koşturup durdukları hususlar kızgın çöl güneşi altında mesafelerle yarışma gibi bir şeydi. Ama onlar mefkûrelerinin o serinleten gölgesinde bir ilkbahar yağmuru altında yürüyor gibiydiler. Gaye-i hayalleri bu çetin yolculuğun zâdı-zahîresiymişçesine onları hep canlı ve metafizik gerilim içinde tutuyor, onlar da bu sayede hep hedefe doğru üveyikler gibi kanat çırpıyorlardı; Allah da bu samimi hak yolu yolcularını yollarda yüzüstü bırakmıyordu.
Vâkıa bütün selefleri gibi, bir kısım hazımsız mütemerridlerce onların da önleri kesilmek isteniyor, değişik karalama kampanyalarıyla itibarsızlaştırma densizliklerine başvuruluyor, sürekli köpürüp duran haset ve kıskançlık hissiyle Allah’ın onlarla yaptırdığı müspet şeylere karşı yıkma hamleleri de eksik olmuyordu. Hatta küfrün yaptırmadığı hususlar şeytanları sevinçten şahlandıracak şekilde onlara karşı revâ görülüyordu ama onlar bütün bu olumsuz hamlelere “Bu yolda yürüyenlerin kaderi” deyip, olanları “radian billâhi” iksiriyle tuz-buz edip, oluşturdukları alternative yöntemlerle hız kesmeden yürüyorlardı. Hak hoşnutluğu ufkuna doğru.
Onlar yürüyor, zaman büzülüyor, zemin onların ayaklarına yüz sürme mahviyetiyle soluklanıyor. Böylece mebde’deki sızıntılar birer çağlayana dönüşüyor; ümitler, yeni ümitler ufkuyla daha bir derinleşiyor; çiseleme şeklindeki rahmet damlaları sağanak yağmurlara inkılap ediyor; kayıplar kuşağı gibi görünen atmosferde sürpriz kazanımlar yaşanıyor; zulmetler sarmalında hırıltılar duyulmaya başlıyor ve beklenmedik bir kısım ışık tayfları kırık gönüllere iç içe şehrâyinler yaşatıyor. Selim his, selim mantık ise, dudaklarından dökülen, “Gamı, tasayı bırak iraden canlı ise, Bir gün kat etmiştin o aşılmazları böyle; Ümit kaynağı olmuştun herkese, Ve şimdi ben susuyorum, sen söyle…” terennümüyle, işi sükût dilinde hikmete emanet ediyor ve “Allah doğruların yardımcısıdır!” diyor.