Bir odada tek başına oturuyordu. Etrafını çevreleyen dört duvar, bir pencere ve dışarıdan gelen ışığı engellemek için çekilmiş perde. İlk dikkatini çeken odadaki iki ranza, iki dolap ve bir masa… Biraz garipsedi önce. Burası hiç olmazsa bir hapishane odası değildi. Eğer erken davranmasaydı belki benzer şartlarda başka bir odada olacaktı Türkiye’de. Şimdi gurbet ellerdeydi, belki hüzünlü ve mahzundu, ama hiç olmazsa bu yaştan sonra hapiste değildi. Bu duygularla biraz olsun teselli aradı haline. İçinden hızlıca geçen karmaşık duygularla biraz daha bekledi.
Kenarda duran valizine baktı. Nedense içinden sadece bir valize sığmış dünyasını kenarda bekleyen dolaba yerleştirmek gelmedi. Biraz bakıştılar valiziyle birbirlerine öylece. Yavaşça ayağa kalktı, kapalı perdeyi araladı. İçeri giren gün ışığı ile biraz olsun canlandı. Tek başına bir odada, neredeyse valiziyle bile küs olan bu pirifâni, dışarıda sağa sola giden insanlara baktı bir süre öylece. Kimi siyah, kimi Asyalı olan ve hepsinin ayrı bir hikâyesi olduğu belli bu insanların şuursuz gibi görünen hareketleri dikkatini çekti. Öylece izledi onları bir müddet.
Bu bekleyiş yan taraftan gelen yüksek müzik sesiyle kesildi. Belli ki komşuları Afrika’nın ücra bir köşesinden kendilerini buraya atabilmiş başka sakinleriydi. Giyim-kuşamları farklı, konuşmaları farklı, konuşma tonları bile alışılmışın dışında olan bu kişilerle komşu olmuştu şimdi. Kader, bu yolu çizmişti kendisine belli ki yaşadığı bu demde. Kadere itiraz edecek hali yoktu. Kabullendi bu hali öylece kulak kesilirken gelen sese ve daha görmeden onları, dost oldu onlarla kendi iç âleminde.
“Belki de bu zamana dek bu insanlara yeterince alaka duyamadığım, dualarımda bile onları ihmal ettiğim için kader beni komşu eyledi” dedi kendi iç sesiyle.
Yan odadakiler farkında bile değildi, ama onların artık bir dostu olmuştu bu kampta. Bu kısa süreli iç sohbetten sonra yavaşça valizine doğru eğildi ve en üstteki kitabı aldı eline. Kaderin fısıldamaları devam ediyordu adeta. En çok lazım olan şey dua der gibiydi hadiseler de kendisine. Hafifçe tebessüm etti. Kendince bir mesaj almıştı sahibinden. Aldığı mesajı anladığını onaylıyordu bu ince tebessümle. Kitabı aldı ve masanın üzerine bıraktı. Sonra dolabın kapısını araladı ve içindeki rafları eşyalarını yerleştirebilecek hale getirdi.
Biraz yorulduğunu hissedince tekrar oturdu yatağının üzerine. Bir anda hayali, onu ailesinin ve dostlarının yanına doğru savurdu. Hanımı ve çocuklarından haberi yoktu, “Acaba ne haldeler?” diye düşündü. Onlardan ayrılalı bir yıl olmuştu.
Buralara gelmeden önce inşaat işlerine girmiş ve babasından kalma mirasıyla, bulunduğu beldedeki hizmetlere destek olmak için müteahhitliğe başlamıştı. İşleri de yolunda gitmiş, çok kısa sürede epey para kazanmış ve bir yandan da o beldedeki birkaç öğrenci yurdunun ihtiyaçlarına katkıda bulunmayı Allah nasip etmişti. Bir apartmanı başka bir apartman, bir inşaatı bir başkası takip etmişti.
Nerede bir ihtiyaç varsa oraya koşuyor ve nerede bir dert varsa çözüm bulmaya çabalıyordu. Bir öğretmeninin emekliliğinden sonra yapabileceklerinden çok fazlası nasip olmuştu kendisine ve bunun ancak bir İlahi ikram olduğunu, kendi kabiliyet ve becerileriyle bunları elde edemeyeceğini daha işin başında kabullenmişti.
68 yaşındaki bu insan, bütün bunları hayalinden hızlıca geçirdikten sonra bulunduğu ortamı yeniden hatırladı. “Nereden nereye?” dedi hüzünlü bir ses tonuyla. Birkaç ay önceki halini düşündü, bir de şimdiki durumuna göz gezdirdi yeniden. Ama eşya ve hadiselerin asıl sahibinin kim olduğunu bildiği için çok da uzun sürmedi bu hali. Yeniden toparlandı. Kendisine geldi. Abdest almak istedi. Ayakkabılarını çıkarıp terliklerini giydi. Havlusunu alıp koridora çıktı. Lavabolar koridorun en sonundaydı. Sağlı-sollu odaların arasından geçerek yavaş yavaş lavabolara doğru ilerledi. Her geçtiği kapının önünde farklı bir dil duyuyordu. Kimisinden bir Afrika dilinde, kiminden Farsça, çoğundan ise Arapça ve İngilizce sözler geliyor, her dili bir sonraki kapının arkasından gelen dil kesiyordu. Adeta Birleşmiş Milletler topluluğu gibiydi katı. Lavabolara doğru ilerlerken kendisine doğru gelenler de vardı aynı koridorda. Bir an için acaba bunlara nasıl davranmam lazım diye düşündü. Sonra “Bizce elbette” dedi ve tanımadığı siyahi tenli bir beyefendiyi, güler yüzle selamladı hal diliyle. İşte bu da işin bizcesiydi.
Çok şükür, lavabolar temizdi, sular da sıcak. “Estağfirullah, estağfirullah,” çekti hem abdest öncesi hazırlık adına hem de bulunduğu durumu vesveseleriyle daha da zorlaştırmaya çalışan şeytanına karşı.
Dışarıda hava güzel görünüyordu. Etrafa bir bakayım, neler varmış bir görelim bu yeni mekânımızda diye geçirdi içinden ve binanın dışına çıktı. Yemek vakti de yaklaşmıştı. Yemekhaneye doğru yürüdü kalabalıklar arasından yavaş yavaş. Hayatında ilk defa gördüğü insanların arasından yürüyordu ağır ağır. Yemekhane biraz uzaktaydı binasına. Oraya kadar gitti, sıraya girdi. Yemeğini alıp bir masaya geçti. Yakınında kimseler yoktu. Tek başına yemek yemek de lezzetini alıp götürüyordu. Öylece kaşıkladı o günkü yemeğini. Kapları koydu ayrılan yerlere ve yemekhaneden çıkarken telefonu çaldı.
- Kazım abi nasılsınız?
- İyiyim evladım, siz nasılsınız?
- Biz de iyiyiz hamdolsun?
- Var mı bir yenilik, değişiklik?
- …
- Evladım, var mı bir değişiklik?
- …
Biran sessizlik olmuştu. Bu pirifâninin aklına önce ailesi geldi. Acaba kime, ne olmuştu?
Bir müddet sonra telefondaki ses:
- Kızlarınızı tutukladılar, dedi.
Birden kızlarıyla birlikte geçirdiği seneleri hatırladı. Onların o mahzun, utangaç, ürkek halleri tulu etti hayalinde. Hele birisi. Gelip dizlerine başını koyup babasıyla sohbet ettiği ve babasının saçlarını okşadığı o kızı. Birisi edebiyat, diğeri ise İngilizce öğretmeniydi. Rüyalarında bile görmedikleri bir ortama düşmüşlerdi şimdi. Acaba nasıl davranıyorlardı onlara? Kendisinin başlarını bile okşamaya kıyamadığı ciğerparelerine nasıl muamele ediyorlardı?
Bir anda gazetelere düşen haberler şimşek gibi çaktı zihninde. İşkenceler, zulümler…
- Abi iyi misin?
- …
- Kazım abi, Kazım abi…
- …
Kapanmıştı telefon. Koskoca adamcağız babalık şefkatiyle koyuvermişti kendisini. İradenin devre dışı kaldığı o demde, çocuklar gibi ağlıyordu tanımadığı insanların garip bakışları arasında. Bir an önce odasına gitmek istedi. Hiç olmazsa doyasıya ağlardı.
Odasına doğru giderken kampın sorumlusu kendisini gördü. Kazım amcanın haberi yoktu yanından kimlerin geçtiğinden, ama o yetkilinin dikkatinden kaçmamıştır onun bu hüzünlü hali.
Yetkili bu yaşlı insanın neden ağladığını sordu. Elbette kimse bilemez o an için işin aslını. Ama odasına davet etmelerini ister. Kısa bir süre sonra gidip davet ederler Kazım abiyi. Kazım abi şaşırır önce. Yüzlerce kişinin bulunduğu bu yerde neden kendisini çağırmıştı acaba tanımadığı bu insan?
Yetkili tanıtır kendisini, kampta rahat olup olmadığını sorar Kazım abiye. Bir sıkıntısı olup olmadığını öğrenmek ister.
- Efendim, sizi ağlarken gördüm biraz önce? Sıkıntınız nedir? Yapabileceğimiz bir şey var mı acaba?
- …
- Elimizden bir şey gelirse, lütfen söyleyin.
- …
- Size yardımcı olmak isteriz, gerçekten.
Belli ki az-çok durumdan da haberdardır yetkili kişi. Durumun hassasiyetini de idrak etmektedir. O, nezaketle meseleyi öğrenmeye çalıştıkça, Kazım abi biraz daha duygulanmakta, gözyaşlarına hâkim olamamaktadır. Bir müddet sonra kendisine gelen Kazım abi:
- İki kızım… İki ciğerparemi tutuklamışlar bugün. Bir arkadaşım haber verdi telefonla. Hiçbir suç işlemedikleri halde, sadece bir kurumda öğretmenlik yaptıkları için bugün içeri almışlar. Bize ulaşamayınca onlara el uzatmışlar. Biri dershanede, diğeri kolejde öğretmendi. Kurumları kapanınca, o kurumda çalışanları da almışlar içeriye. Korkuyorum başlarına bir şeyler gelir diye. Tutamıyorum kendimi.
Yetkili de hâkim olamaz gözyaşlarına, duygulanır, ağlar oracıkta. Kendisini kontrol etmeye çalışarak Kazım abiyi teskin etmeye, ona teselli vermeye çalışır. Hiç olmazsa bu kadarını yapmak ister elinden geldiğince. Ailesiyle alakalı sorular sorar, eşini merak eder, nerede ve hangi şartlarda olduklarını öğrenir. Rahatlatmak ister yani yaşlı adamı kendince. Sonra da onun için neler yapabileceğini sorar.
- İsterseniz, size kamp dışında kalmanız için yardımcı olabilirim.
- …
- Varsa dışarıda tanıdığınız birileri, oraya çıkmanız için elimden geleni yaparım.
- …
- Hiç olmazsa siz rahat etmiş olursunuz ve aileniz için neler yapabiliriz ona da bakarız hep beraber.
- Teşekkür ederim, diyebildi Kazım abi sessizce bu alicenaplık karşısında.
Bir vatanında gördüğü muameleye bakar, bir de bu insanların medeni tavırlarına. Yine duygulanır, yine ağlar. Ülkesinin düşürüldüğü hazin tabloyu düşünüp gözyaşı döker.
Yetkili, söz verdiği gibi, Kazım abiyi bir iki gün içinde kamp dışına çıkartır. Yakın bir yerde bulunan bir “Ensar” ailenin sahiplenmesiyle Kazım abinin kamp hayatı üç-beş günde sona erer ve “acziyetteki kuvveti” iliklerine kadar hissederek kampı terk eder. Kimileri aylarca kampta yaşamak zorunda kalırken Mevla ona kapıları aralar. O da bu sahip çıkışa bigâne kalmaz, her gün başka bir mecliste, derdini, meramını, davasını sabah akşam anlatmaya devam eder.
Kısa bir süre sonra Allah önce hanımının yanına gelmesini nasip eder, sonra da geride kalan oğlu ve gelininin. İçerideki kızları için elleri duada, dilleri niyazda, bu yeni beldeleri kendilerine vatan edinerek hizmetlerine devam ederler hep birlikte.