Mekke’nin Kur’an’da geçen isimlerinden bir tanesi de “el-Beledu’l-Emin” ismidir. “Beled-i Emin”i, sahip olduğu maddi-manevi emniyet, güven ve asayişle örnek hale gelmiş en emin belde şeklinde tanımlayabiliriz. Allah’ın en sevdiği beldelerden biri olan Mekke’ye bu ismin verilmesi ve Mekke’nin birçok farklı yönlerine yemin edilmesi mümkün iken, özellikle emin oluşuna yemin edilmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur.
İlk olarak Mekke, bir sureye de isim olan “el-Beled” kelimesiyle anılarak kendisine ayette şöyle yemin edilmiştir; “Hayır! Gerçek, kâfirlerin dediği gibi değil.Bu şanlı belde (Mekke) hakkı için, Senin bu beldeye girişin hakkı için” (Beled, 90/1-2). Mekke’ye bu adın verilmesi Süreyya yıldızına en-Necm denilmesi gibi şanını yüceltme, değerine dikkat çekmek içindir. Yani yıldız denilince nasıl akla hemen “Süreyya yıldızı” gelir. Aynen öyle de şehir denilince, “Mutlak zikir, kemâline masruftur.” fehvasınca, akla ilk gelen “Mekke-i Mükerreme”dir. İkinci olarak, Tîn sûresinde ise insanın mükemmel yaratılışı ifade edilirken Mekke’ye yemin edildiğini görmekteyiz: “Bu emin beldeye yemin olsun ki: Biz insanı en mükemmel sûrette yarattık” (Tîn, 95/3–4). Bu ayette, “el-Beled” ismine “el-Emin” sıfatı da ilave edilmiştir. Tefsircilerin ittifakıyla “el-Beledu’l-Emin”den kastedilen yine Mekke’dir.
Şehirleri Değerli Kılan Güven Ortamıdır
Bu ayetlerde Mekke’nin en emin belde oluşuna yemin edilerek, şehirleri şehir yapan en önemli özelliğin emniyet ve güven vasfı olduğuna dikkatlerimiz çekilmektedir. Gerçekten hayat, güven ortamında doğar ve gelişir ve güven ortamında devam eder. Allah (celle celaluhu), kâinatı en güzel ve en sağlam, dolayısıyla en güvenli bir şekilde yaratmıştır. Yerküreyi insanoğlu için emniyetli, rahat bir döşek olarak hazırlamış, mizanı koymuş, gökyüzünü güvenli bir tavan olarak yaratmış, dünya evimize güneşi de bir kandil gibi yerleştirmiştir. Yeryüzünde salih bir kuluna inşa ettirdiği ilk şehri de emin kılmış, emniyette örnek bir şehir olarak inşa ettirmiştir. Bununla, kıyamete kadar insanoğluna kuracağı şehirlerin ilk kurucu vasfının ne olacağı da adeta ders verilmiştir.
Bu zaviyeden Kur’an’a baktığımızda yine Mekke’nin değerli kılınışı, emniyet sıfatıyla birlikte kullanılarak, “harem” yani saygıdeğer olduğu ifade edilmektedir: “Görmüyorlar mı ki etraflarında bulunan insanlara saldırılırken, can güvenlikleri yokken, Biz Mekke’yi dokunulmaz, saygıdeğer (harem) emin bir belde (haremen aminen) yaptık. Hâla mı batıla inanıp Allah’ın nimetlerini inkâr edecekler?” (Ankebut, 29/67). Buna göre yine şehirleri değerli kılan ana unsurun emniyet olduğu açıkça belirtilmektedir. Şehrin saygıdeğer oluşu tabii ki orada yaşayan insanların saygıdeğer oluşuna bağlıdır. Toplum da bu değerleri, dininden, ahlak anlayışından ve İslam’a ters düşmeyen örfünden alacaktır. Emin fertler, güvenilir komşular, çarşı ve pazarında güven veren tüccarlar, okullarında güvenilir öğretmenler, bürokraside doğru, güvenilir ve iş bilen bürokratlar, şehrin veya ülkenin bir “harem-i amin” haline gelmesini temin etmiş olacaklardır.
Mahammedu’l-Emin olan Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bu anlamda bize verdiği birçok temel kıstas vardır. Mesela; “Aldatan bizden değildir”hadisi, her alanı içine alan, toplumun, bir güven toplumu haline getirilmesinde temel bir dinamiktir. Yine “Müslüman, dilinden ve elinden herkesin ve her şeyin güvende olduğu kimsedir” nurlu beyanı aslında bize güven toplumunu resmetmektedir. Yine “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”hadis-i şerifi komşuyu, komşuya zimmetleyen ve içtimai güveni destekleyen ve besleyen önemli bir hususu dile getirmektedir. Yine “Komşusu, kötülüğünden emin olmayan bir kimse, hakkıyla iman etmiş olamaz”hadisi de bu gerçeği farklı bir şekilde vurgulamaktadır. Yine işlerin ehline, yani bilenlere teslim edilmesini tavsiye eden hadis de aynı noktaya tahşidat yapmaktadır: “İş, ehli olmayan kimseye teslim edildiği zaman kıyameti bekleyin”.Yani o toplumun başına çoktan kıyamet kopmuştur veya kopmak üzeredir. O toplum bu yanlış seçimiyle zaten kendi sonunu hazırlamaktadır, diyerek bu konuda ikazda bulunmaktadır.
Şehirlere Güven Duası
Hazreti İbrahim aleyhisselamın Kâbe’nin inşasını bitirdikten sonra yaptığı ilk duada, rızıktan daha önce bu bölgenin emin bir belde olmasını istemesi de aynı hakikatin bir ifadesidir:“Ve o vakit İbrahim: ‘Ya Rabbî, burayı güvenli bir şehir yap. Buranın halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!’ dedi…” (Bakara, 2/126)Hazreti İbrahim’in bu emniyet ve güven talebinin kabul edildiğini de şu ayette açıkça görmekteyiz: “Biz Beytullâh’ı insanlara sevap kazanmaları için toplantı yeri ve emniyetli kıldık”(Bakara, 2/125).
Demek ki “güven rızkı,” diğer rızıktan daha önde gelen farkına varmadığımız büyük bir nimet ki, Hazreti İbrahim (aleyhisselam)önce onu isteyerek bize bir ders veriyor. Yaşadığımız şehirlere dua etmeyi ve sıralamada maddi rızkı değil manevi rızık olan emniyet talebini öne almayı bize öğretiyor. Çünkü güven, bir bereket vesilesidir. Neticede böyle bir şehir, mübarek yani “bereketli şehir”dir.
Peygamber Efendimiz de kendisine mevsimin turfanda meyvesi getirildiğinde şöyle dua buyurmuşlardı: “Allah’ım! Medine’mizi, meyvelerimizi, müddümüzü, sa’ımızı bereketlendir. Allah’ım! İbrahim senin kulun, peygamberin ve Halîl’indir. Ben de Senin kulun ve elçinim. O sana Mekke için dua etti. Ben de Medine için, onun Mekke hakkında yaptığı duayı bir misli ziyadesiyle aynen yapıyorum.” Peygamberimiz böyle dua ettikten sonra kendisine getirilen meyveleri orada hazır bulunan çocukların en küçüğünden başlayarak dağıtırdı (Müslim, Hac, 473; Tirmizi, Da’avat, 55).
Yine Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye dair yaptığı bir dua da orayı sevmekle ilgilidir; “Allah’ım! Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medine’yi de sevdir. Hatta onu bize daha fazla sevdir.”(Müslim, Kitabu’l-Hac, 480). Bu hadis-i şeriften yaşadığımız şehirleri sevmek ve bize sevdirilmesi için dua etmek ve duaya teşvik etmek hükmünü çıkarabiliriz. Hadisin devamında ise Medine’nin ticaret ve ziraatının yanında Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) oranın havasına da dua ettiğini görmekteyiz: “Allah’ım! Onun havasını da sağlam ve selim kıl.” Bu çerçevede biz de içinde yaşadığımız şehirlerin veya beldelerin iklimine dua edebiliriz. “Sıtmasını da Cuhfe’ye naklet”Duanın bu kısmında, Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) bu beldenin aslında sağlıklı bir belde olmasına dua ettiğini görmekteyiz. Biz de yaşadığımız şehirlerin sağlık açısından emniyetli birer belde haline gelmesi için kavli ve fiili duaları ihmal etmemeliyiz. Bu hususta en emin şehirlerin inşası adına çok önemlidir.
Güven Ortamı, Kıyamete Kadar Emanettir
Mekke, maddî ve manevî değeriyle Allah katında kurulduğu günden kıyamete kadar bu değerini korumuştur, koruyacaktır. Onun güvenliği de inananlara emanet edilmiştir. Ancak onun Allah katındaki bu değerini bilip takdir edemeyen kimseler onun emniyet ve değerini dünden bugüne çiğnemeye kalkışmışlardır. Fakat Kâbe, Kur’an’ın ifadesiyle “el-Beytu’l-Atîk”(Hac, 22/29)yanio, hür bir yapıdır. Ona kimse zarar veremez. Kendisine bu ismin veriliş sebebini de Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)bu çerçevede şöyle açıklamaktadır: “Yüce Allah Kâbe’ye “el-Atîk” adını verdi. Çünkü onu zorbaların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba ona galebe edemedi” (Buhari, Tarihu’l-Kebir). Fil vakası bunun apaçık göstergelerinden birisidir. Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe ordusu, Mekke yakınlarında toptan helak edilmişti.
Mekke de Beytullah’a komşuluktan veya beyt-i atiki içinde barındırıyor oluşundan kaynaklanan ayrı bir dokunulmazlığa sahiptir. İster dün ister bugün, o kutsal beldenin değerini çiğneyenler ikaz edilmektedir: “Kim orada bir ilhad veya zulme girerse ona elem verici bir azap vardır” (Hac, 22/25). Dolayısıyla bugün Mekke’nin emniyeti, ister idare edenler, ister oraya ziyarete gidenler, isterse orada yaşayanlar tarafından, ilahi bir emanet olarak korunmalıdır. Hem şehre hem de o mübarek beldenin misafirlerine karşı büyük bir şefkat ve nezaketle davranılmalıdır. Karşılıklı ilişkilerde hak ve adalete dikkat edilmelidir. Asayiş asla ihlal edilmemelidir. Bu temin edilemediği ölçüde haremin emniyeti ve hürmeti çiğneniyor dolayısıyla zulme giriliyor demektir. Bunun karşılığının dünya veya ukbada elem verici bir azap olacağı kesindir.
Ya Diğer Şehirler?
Mekke, Beled-i emin ve mümin. Bu beldede yaşayanlar da mümin ve emin… Peki sadece bu belde ve bu bölgede yaşayanlar mı emin? Ya diğer şehirler ve o şehirlerde yaşayanlar?
Mümin, emniyet ve güven insanıdır. İnanan insanın bu vasfı, zaman ve mekâna göre değişen bir özellik değildir. Nerede yaşıyor olursa olsun, bu vasıf, onun ayrılmaz bir parçası, yani onun kimliğidir. Zira onun iman ettiği Rabbi’nin bir adı da “el-Mü’min”dir. Allah (celle celaluhu), “Mü”min”dir, yani güvenin kaynağıdır. Bize güveni veren de O’dur. Beldelere ve beldelerin sakinlerine, damla damla veya şelâleler halinde güven, hep O’ndan gelir. Peygamberleri (aleyhimüsselam) güvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O’dur. Peygamberlerin kurduğu şehri ve yaşadıkları mekanları bir emniyet yurdu haline getiren de O’dur. Öyle ise, emniyet, güven, emanet ve iman, bizi birbirimize bağlayıp kaynaştırdığı gibi, yaşadığımız mekânlar da dâhil olmak üzere her şeyimizle Peygamberlere ve Peygamberleri de Allah’a bağlar. Bu bağlar dünyanın neresinde olursa olsun, zaman ve mekâna bağlı değişmeyeceğine göre sonuç da değişmeyecektir. Yani müminlerin yaşadığı toplum her zaman bir güven toplumu, içinde yaşadıkları şehirler de daima birer “beled-i emin” olacaktır. Bu Müslümanların üzerine bir emanet ve sorumluluktur. Hiçbir gerekçeyle, “el-Mü’min” Rabbimizin korunmasını istediği adeta kamu hakkı diyebileceğimiz toplumun ve şehirlerin emniyet, asayiş ve güvenliği ihlal edilemez.
Dolayısıyla bugün, nerede yaşıyor olursa olsun, ister maddi-manevi isterse siyasi-ideolojik sebeplerle, fert veya toplumun emniyet ve güvenliğine zarar vererek şehirlere hürmetsizlik edenler, yakından veya uzaktan İslam’la asla irtibatları olamaz. Zira “el-Mü’min” Rabbimizin ve “Muhammedü’l-Emin” Peygamberimizin koruyun dediği emniyeti ve emaneti korumadığı gibi onu çiğneyenlerin, İslam ile nasıl bir bağı olabilir ki?
Mabet Merkezli Şehirlerin İnşası
Şehirlerimizin emniyet ve güvenliği adına üzerinde durulması gerekli önemli bir husus da şehirlerin maddi imarı yanında manevi imarı ve ihyasıdır. “Biz Beytullah’ı insanlara sevap kazanmaları için toplantı yeri (mesâbe) yaptık” (Bakara, 2/125) ayeti, emniyet açısından şehirlerin manevi cephesinin ihmal edilmemesi gerektiğini bize ders vermektedir. Çünkü “mesâbe”nin bir anlamı da “sevap kaynağı” demektir. Şehirleri ve mahalleleri tevhit, ibadet ve sevap anlayışı üzerine kurmak, en emin şehirleri kurabilme adına, şehirciliğimizin temel esaslarından olmalıdır.
Hayatı iyilik ve sevap düşüncesi üzerine şekillendirmek, toplumun emniyetini ve manevi huzurunu sağlayabilme adına çok önemli bir husustur. Bu manada şehirlere ruh verecek müesseselerin başında mabet ve eğitim yuvaları gelir. Bundan dolayıdır ki Hazreti Adem aleyhisselam ilk şehir Mekke’nin inşasına mabet ile başlamış, şehri ve toplumu, Beytullah’ın etrafında şekillendirmiştir. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam da Medine’ye hicret ettiklerinde ilk icraatı Mescid-i Nebevi’nin inşası olmuştur. Zira mabedin imarı; insanın, toplumun ve dolayısıyla şehrin imarı demektir. Daha sonra da Medine, yine kuruluşunda olduğu gibi, tamamen bu mabedin etrafında şekillenmiştir.
Osmanlı döneminde de bu anlayış devam ettirilmiş, şehirler genelde hep Ulu Camiler ve onların etrafına yapılmış çarşılarla şekillendirilmiştir. Şehir, merkezdeki camisiyle dini hayatın merkezi, ticari yapılarıyla da ticaretin bir merkezi haline getirilmiştir. Zira bu yapıların bir arada olması, hayatın her alanında insanın maddi-manevi kazanımlarının ana referansının ne olması gerektiğine dair güçlü mesajlar taşımaktadır. Onun için Osmanlı yeni fethettiği yerlerde de ilk iş olarak şehrin merkezine cami, medrese ve çarşıları yerleştirmiştir. Bu plan, dinin, fert ve toplum hayatının merkezinde yer alması gerektiği mesajını doğrudan doğruya vermektedir. Sadece mescitlerden günde beş vakit yükselen ezan sesleri bile halkın maneviyatını besleyen ve onlara istikamet dersi veren, ötelerden gelen öyle lahuti bir davettir ki bunun yerine başka bir şey koymak mümkün değildir.
Yahya Kemal, “Ezansız Semtler” yazısında bu hakikati çok veciz bir şekilde ifade ederken şöyle demektedir: “Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?”
Yahya Kemal, bu yazısını son olarak şu tespitle bitirerek mabetlerin manevi hayatımızdaki yerini ve ağırlığını şöyle ifade eder: “Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!”
Sonuç
Günümüz dünyasında Müslümana düşen önemli vazifelerden bir tanesi de en emin şehirleri inşa etme vazifesidir. Allah katında ve insanlar nazarında kendisine yemin edilebilecek güvene ve değere sahip şehirler… İşte bu da güvenilir fertler yetiştirmeye bağlıdır. Zira toplumu meydana getiren fertlerdir. Cüzleri günahlardan mürekkep bir toplum güven toplumu olamaz. Dolayısıyla fertleri madde ve manasıyla müşterek ele alıp eğitmedikçe güven toplumunu oluşturamayız. Güven toplumunu oluşturmadıkça da en emin şehirleri kuramayız veya yaşadığımız beldelerin emniyet ve asayişini temin edemeyiz. Bugün şehirlerimizin temel sorunu olan güven probleminin çözümü adına bir katkıda bulunamaz ve örnek olamayız.
Bunun için fert, toplum ve şehir hayatını bir bütün halinde ele almalı ve onu şekillendiren hiçbir noktayı ihmal etmemeliyiz. İnsanın gönül eğitimi yuvada ve mabette gerçekleşebileceğinden onun bu iki kurumla gönül bağını sağlam kurmalıyız. Ahlaki ve zihni eğitimi hem aile hem de mektep ortamında şekilleneceğinden, anne-baba ve muallim irtibatını tam temin etmeliyiz. Her iki kurumun omuz omuza sistemli çalışmasını başarmalıyız. Bu manada, bu şuura sahip muallimler kadrosunu yetiştirmek gerektiğini unutmamalıyız. Zira gelecek nesiller onların eseri olacaktır.
İnsanın ruh ve irade eğitimi diyebileceğimiz disiplin eğitimi, tekke ve kışlalarda geliştirilebileceğinden bir kuyumcu hassasiyetinde çalışacak bu sahanın uzmanlarını yetiştirmek de yine bizim görevimizdir. Yoksa emin şehirlerin inşası, ütopya olarak kitap sayfalarını süslemeye devam edecektir.