Niçin Bu Düşmanlık?

Müslüman bir ülkede, Müslüman doğup Müslümanlıktan gafil bir hayat sürerken yeniden Müslüman olmama vesile olanlar, “terörist” yaftası ile yaftalanmışlardı.  Tanıdığım melek gibi bu insanların bir kısmı şimdilerde cezaevlerinde ya da gözaltında. Çoğundan haber alamıyorum. Onlara yapılan düşmanlık had safhada iken onlarla beraber ben de adeta kan yudumluyorum.

TV’de gördüğüm manzara adeta kanımı dondurdu. Her yerden kitap yakma haberleri geliyordu. Kitaba ve kitapseverlere yapılanlara anlam vermekte zorlanıyordum. Dindar gözüken bir kadın içinde ne yazdığını bilmediği kitapları ateşe verip yakıyordu. Sevgili Peygamberini anlatan bir kitabı, O’nun yolundan gittiğini söyleyen “dindarlar” kendi elleri ile yakıyordu.

Gözümü dünyaya ilk açtığımda, kendimi bambaşka dünyalarda bulmuştum. Namaz, abdest, oruç nedir bilmezdik. Dürüst ve ahlaklı olma gayretinden başka da bir faziletimiz yoktu. Ailemden sadece ağabeyim üniversite yıllarında bir değişim geçirmiş; dindarlaşmış ve anlam veremediğim gayretler içine girmişti. Din ve maneviyat adına ne öğrendimse ondan öğrendim. Bana verdiği kitapları okuyor, her geçen gün yeni şeyler öğreniyordum. Efendimizle ilgili kitap yarışmalarının yapıldığı bir kampanyadan bahsetti bir gün.

“Herkes O’nu okuyor,” dedi. “Ödüllü,” dedi. Kaybedeni olmayan bir yarışmaymış. Ödülü ise bir umre programına katılmak… Bana verdiği kitapları okumaya başladım. İşte bu kitaplardı TV’de yakılırken gördüklerim. Hâlbuki bu kitaplar beni kendime getirmişti.  Okudukça hem Efendimizle alakalı bilgilerim artıyor hem de O’na hayran oluyordum. Bu hayranlık içimi yakmaya başladı. O’na gitmek istiyordum. O’nun yaşadığı yerleri görmek, teneffüs etmek ve ayak izlerini takip ederek O’nun gibi olmak, yaşamak istiyordum. Yarışmada bir derece alamadım, ama O’na kavuşma arzum dinmiyordu.

Peki, bu nasıl olacaktı? Çalışan bir kadındım. Hatta mesleğimi duyanlar şaşırıyordu. Motor ustası ve eğitmeniydim. Genellikle erkeklerin yaptığı bu işi yaparken kendimi mutlu da hissediyordum.

Oğlum lisede, kızım üniversitede okuyordu.  İş hayatı ve aile işleri omuzlarıma binmiş çok ağır yüklerdi. Ayrıca maddi olarak da çok rahat olduğumuz söylenemezdi. İktisatlı ve kanaatkâr yaşamaya çalışıyorduk.

Çevremde umreye gidenler O’ndan bahsediyorlar, ikliminden haberler veriyorlardı. Giden gelenleri gördükçe imreniyor, gıpta ediyordum. Acaba ben de bir gün gidebilir miyim diye düşünüp iç geçiriyor, imkânsızlığı aklıma geldikçe bir melal denizinde kendimi boğulurken buluyordum. Okuduğum kitaplar beni peyderpey değiştirirken; gördüğüm bir rüya ise hayatımı tümden değiştirdi. O günden sonra üzerime sağanak şeklinde lutuflar yağmaya başladı.

Rüyamda daha önce görmediğim bir yerdeydim. Karşımda bir adam belirdi, garip mi garip. Gözleri yüreğimi delecek kadar keskindi. Zayıflıktan avurtları çökmüştü. Başında garip bir başlık, sırtında eski bir cübbesi vardı. Azeri Türkçesine yakın bir tarzda konuşuyordu:

“Kızım sana bir hediye getirdim. Seni bir yere götüreceğim,” dedi.

Beraber, bilmediğim bir yere gittik. Lahuti bir ortamdı, kendimi mutlu hissediyordum.

Burada iki büyük kapı vardı. “Burası cehennem,  burayı görmen lazım,” dedi.

Kapıyı açtı, cehennemi gösterdi. Zebanileri gördüm, tüm çirkinlikleri ve korkunçlukları ile… Alevler göklere yükseliyordu. Garip mahlûklar görüyordum. Kor halinde ateş öbekleri gördüm. Bir ürperti hâsıl oldu içimde.

Sonra cenneti gösterdi, bütün güzellikleri ile… Girdiğim cennetin hangi kapısıydı, bilmiyorum. Altından nehirler akan camdan köşkleri, dallarından taze meyveler sallanan ağaçları  ve çeşit çeşit nimetlerin ikram edildiği, sonsuz kalınan o ebedi yurdu gösterdi.

“Sana burada bir ev hazırladım,” dedi.

Dünyalar benim olmuştu. İçimde tarif edemediğim bir huzur vardı.

Sonra bana döndü:

“Beni tanıyor musun?”

“Hayır.”

“Bana ‘Said’ derler.”

Bu ismi daha önce duymamıştım. Kim olduğunu da bilmiyordum. Bu sözden sonra ilk anda ona karşı olan korkum azaldı, yerini güven aldı. Konuşmaya devam ediyordu:

“Benden bir isteğin var mı?”

“Ben Efendimizi çok merak ediyorum. O’na gitmek istiyorum. Umreye gidip O’nun atmosferinde bulunmak ve O’nda yeniden hayat bulmak istiyorum.”

“Tamam, ben sana haber göndereceğim.”

Uyandığımda çok heyecanlıydım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Ertesi gün ağabeyimi aradım, gördüğüm rüyayı anlattım. O kadar çok sevindi ve duygulandı ki başladı ağlamaya. Anladım ki elli beş yıl önce vefat eden bu Said’i tanıyor ve seviyordu. Sevinç gözyaşları idi gözlerinden hıçkırıkla dökülen damlalar.

Her zamanki gibi işime gitmek üzere yollara koyuldum.

İşimin başındaydım yine, ama bir türlü konsantre olamıyordum. Aklım gördüğüm rüyadaydı hep. Müdürüm bunu fark etmiş olmalı ki beni yanına çağırdı. Kendimi ifade etmeye hazırlanırken müdürüm söze başladı:

“Bak kızım, bu konuşacaklarımız aramızda kalsın. Ben, her sene kutsal topraklara birkaç kişi gönderirim. Bu yıl seni de göndermek istiyorum.”

Kendimden geçtim adeta. Aman Allah’ım! Haber gönderirim demişti de, bir haber bu kadar mı çabuk ulaşırdı? Bir an kendimi hala rüyada gibi hissettim. Kendimi toparlamaya çalıştım, ancak zihnim bir türlü toparlanmıyordu. Buğulanmış bir camdan bakar gibi hiç birşeyi net göremiyordum.

“Pasaportunu hazırla, en kısa zamanda gidiyorsun” sözünü duyunca sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim! Sevinçle karışık bir keder sardı beni bu kez. Masrafları düşünerek, “Pasaport hazırlayacak kadar bile param yok,” deyiverdim.

Müdürüm, “Hesabına hemen para çıkartıyorum. Hurma, zemzem alırsın, harçlık yaparsın,” dedi.

Müdürün yanından ayrılıp ağabeyimi aradım. Olanları anlatınca kulaklarına inanamadı. “Hayırlı olsun” dedi, sevinçle ve beni gerekli işlemler için tanıdıklarına yönlendirdi.

Bütün hazırlıklarımı tamamlayıp gideceğim günü iple çekmeye başladım.

Uçağımız Medine’ye sadece içindeki yolcularla gitmiyor, benimle beraber koca bir yalnızlığı ve iç boşluğunu O’nunla doldurmak için götürüyordu. En ön sırada oturmam için yapılan davet, adeta O’dan gelen davetti. “Herkesten önce gel” deniyordu sanki. Uçağın içinde değilim de sanki tek başıma uçuyorum gibi hissediyordum.

O’na varmak için yaptığımız kısa otobüs yolculuğu, cennet gibi bahar ülkesine ilk adım, tarifi mümkün olmayan hazlar yaşatıyordu. Hocamızın anlattıkları, zihnimde yankılanıyor, herşeyi tekrar ediyordum. “Vefatımdan sonra beni ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmiş gibidir” hadisini işitince artık dayanacak mecalim kalmadı. Okunan salavatlar, salat-u selamlar sanki beni tarifsiz bir atmosferin içine çekiyordu.

Sonunda O’nun huzurundaydım. İçimi yakan bir sesle seslendim:

“Yâ Rasûlallah! Sana olan imanımı kabul buyur. Senin adını yüceltemedik. Senin dinine hakkıyla hizmet edemedik.”

Bunlar ne demek, pek anlamıyordum, ama içimde bir inşirah oluyordu. Bu sözleri tekrar edince üzerime nurlar yağıyordu. Tepeden tırnağa titriyor ve yenileniyordum adeta.

İman dairesine girmeme sebep olan kitapları yakanlar, siz ne yaptınız öyle! Düşmanlık ve kininiz Efendiler Efendisine mi? Yoksa O’nun aşığı olan muhterem müellifine mi?

Bu yazıyı paylaş