Belli nisbîlik ve izâfîliklerden sonra, farklı bir ufuktan bir kere daha “âşık” diyoruz: Birine gönlünü kaptıran ve derin bir alaka ile mahbuba bağlanana âşık deniyor ki, böyle bir aşkın cismânî ve nefsânî olanına “aşk-ı mecâzî”; içten gelen aşka “aşk-ı derûnî”; ideal aşka “aşk-ı dflâtûnî”; Allah aşk u iştiyakına da “aşk-ı ilahî” diyegelmişlerdir.
Âbidin değişik seviyelerdeki ibadeti zühdle taçlandırıldığında aşk-ı rabbânî istikametinde önemli bir adım atılmış olur. Zühd, dünyadan el-etek çekmek ise, zâhid, kendi ile Mahbûb-u Hakîkî mabeynindeki bir kısım engelleri ubûdiyet ve ubûdetle aşmış olur. Bu engeller aşılmadan Hakk’a aşk ufku ya hiç duyulup sezilmez veya sisli-dumanlı görülür. Zira dünya ve mâsivâ, insanın nefsine bakan yönüyle Hak aşkına karşı ciddi bir mâni sayılır.
Her zâhid tam âşık değildir ama o, düz âbide göre aşk ufkuna daha yakın kabul edilir. Zâhidin terk-i dünya, terk-i ukbâsına mukabil âşık, ciddi bir aşkınlık içinde gönlünü Mahbûb-u Ezelî’ye kaptırmış, O’nun için yanıp tutuşan bir sermest-i câm-ı aşktır. Zâhide göre dünya ve mâfîhâ ne ise, âşık-ı sâdıka göre niam-i cinân ve hûri-gılmân da aynı şeylerdir. Zâhidin bütün himmet ve gayretiyle kevn ü mekânlardan sıyrılmasına karşılık, âşık sıyrılmalardan da sıyrılarak sürekli “Cânân” der inler. Sofi Hakkı Efendi bu farkı şöyle dillendirir:
“Zâhidin imanı gönlünde, âşıkın cânındadır,
Ger talepkâr oldu ise, her güher kanındadır.”
Bir başkası ise daha duru bir ifadeyle seviye farklılığını şöyle seslendirir:
“Dervişim gerçi yalan değildir,
Hak’tır sevdiğim sivâ değildir;
Hakk’ı bilendir ârif-i billâh,
Yoksa halkları bilen değildir;
Mevlâ’yı bilip sevendir aziz,
Mansıb u câhı bulan değildir;
Âşık-ı bülbül ki ağlayandır hep,
Gül gibi her zaman gülen değildir.”
Âşığın nezdinde onun benliği, dünyevî-uhrevî beklentileri, bilinip saygı duyulması… gibi hususların bütünü vuslata, “bî kem u keyf” maiyyete birer perde ve gönül dünyasında da hakka, Hakikatü’l-hakaik’a birer hicaptır. Bu perde ve hicaba takılmayan âşık-ı sâdık, insan simasından varlık atlasına kadar her şeyi O’nun mecâlîsinden farklı kareler halinde hisseder, değerlendirir; böyle bir temâşâ ufkuyla sürekli mest ü mahmur yaşar ve ağyâr gubârına, tozuna-dumanına karşı her an ayrı bir arınma azmiyle oturur-kalkar. Şiddet-i zuhurundan gizli mülahazasıyla her aynada O’nun farklı bir tecellisiyle kendinden geçer; böyle görüp duymayanların körlüğü karşısında da hiss-i itizarla iki büklüm olur ve dudaklarından dökülen,
“Hak’tan ayan bir nesne yok;
Gözsüzlere pinhân imiş.” (Niyâzî-i Mısrî)
sözleriyle inler. Her zaman böyle amel-i sâlih, kalb safveti, ruh dinamizmi, sır, ahfa rasathanesiyle nefes alıp veren erbâb-ı dil, aşk berk u burağıyla o yola koyulduğundan, her hamle ve çırpınışıyla kendine ait uzaklıkları aştıkça “hel min mezîd?!.” der;
“Ol bade kim içse hemân,
Kalbe doğar nur-u cihân,
Verir hayat-ı câvidân,
Yandıkça yandım bir su ver!”(Gedâî)
niyazında bulunur ve görmez olur artık ağyarı, ağyar yüzünü. Ne hoş söyler bu sırra âşina bir gönül eri:
“Aşığa vasl-ı Hudâ’dır zâhir ü bâtın meram
Ânın çün mâsivayı eyler kendine haram.
Yüz yere kor âşık-ı miskîn göğe kılmaz nazar,
Başı arşa erse de çün servi bağ etmez hırâm.
Var iken Hak, gayra isbat-ı vücut vermek neden?
Küfrolur, her kim ki emr-i secdeye olmaya râm.” (Hakkı Efendi)
Aşk erleri asla O’ndan kopmaz ve ayrılmaz bir şekilde gönül yapışkanıyla öyle bir maiyyet irtibatına ermişlerdir ki, sarmaşıklar gibi kesip budamadıktan sonra onları O’ndan koparamazlar; koparılmaz tecelligâh-ı ilâhi olan kalb ve ruh Hazreti Mütecellî’den!.. O, Mahbub-u Ezelî’ye öylesine dilbeste olmuştur ki, yaşayamaz bu mazhariyetin bir dakikalık inkıtaı mahrumiyetinde. O bazen bu sıkı irtibatla öyle bir derinliğe erer ki, ölümüne ötelerden sarih cevaz gelse vuslat-ı tâmmeye ermek için ölüme kucak açar ve “visâl!” der, Habîb-i Neccâr gibi katillerini de o ufka çağırır. Bu sermestîyi bir ehl-i dil şöyle seslendirir:
“Gelin girelim aşk ateşine,
Gönül verelim aşk ateşine,
Âşık olalım fenâ bulalım,
Secde kılalım aşk ateşine.
Her kim ona uyandı, aşka boyandı,
Bilen kul yandı aşk ateşine.”
Fuzûlî kendine has o kıvrak ifadeleriyle bu mülahazaya ayrı bir ses katar:
“Ya Rab belâ-i aşka kıl mübtelâ beni,
Bir an belâ-i aşktan eyleme cüdâ beni.”
ve talep ufku itibarıyla sermest-i câm-ı aşk olma niyazıyla Sevgili’nin kapısının tokmağına dokunur.
İşte aşkın âşığı olan bu duru gönüller, mertebe-i أَوْ أَدْنَى hülyalarıyla oturur kalkar ve zılliyet planında Hazreti Rehber-i Ekmel’in aşk u iştiyakı gölgesinde “Hû” ile sabahlar, “Hû” ile akşamlarlar. İçten içe yanar dururlar ama ağyara da dert yanmazlar; yanmaz ve şu mülahazayla meşbu yaşarlar:
“Âşıkam dersin belâ-i aşktan âh eyleme,
Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme.”(Fuzûlî)
اَللَّهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُشْتَاقِينَ إِلَى لِقَائِكَ وَلِقَاءِ حَبِيبِكَ أَبَدَ الْآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَسَنَدِنَا مُحَمَّدٍ سُلْطَانِ الْعَاشِقِينَ وَرَئِيسِ الْوَاصِلِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ أَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ وَعَلَى إِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالْمُرْسَلِينَ
آمِينَ يَا مُعِينُ