Kendiyle yüzleşme âbidelerinden biri de hiç şüphesiz Halîlürrahmân olarak anılagelen Hazreti İbrahim (aleyhisselâm)’dır. O, yerde gökte her zaman “hullet” vasfıyla anılageldi. Öyle ki Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a bu vasıf nispet edilince -biraz da tevazu ve mahviyet mülahazasıyla- o vasfın Hazreti İbrahim’e ait olduğunu ifade buyurdu ve kendi derinliğini ortaya koydu. Vâkıa konuya belli hususlarda mercûhun râcihe tereccühü açısından da bakılabilir; fîhi nazar!..
Hulleti, varlığın Hazreti Vücûd-u Sübhânî karşısında bir gölge, bir tecelli tayfı şeklinde duyulması, bir maiyyet-i hususiyeye erme, bir enîs ü celîs olma şeklinde de anlayanlar olmuştur ki, o ufuktaki biri düşünürken O’nu düşünür; konuşurken hep O’nu dillendirir; “sevgi” ve “sevgili” derken hayal dünyasında “bî kem u keyf” O tüllenir; eşya ve hadiselere bakınca ef’âlden âsârına yürür.. âsâr mirsadıyla esmâyı hecelemeye durur.. esmâ teleskoplarıyla sıfât-ı sübhâniyeyi temâşâ merakına takılır.. sonra da “Zât-ı Baht” der ve inler. Onun nazarında bütün varlık O’nu işaretleyen, O’ndan bir name; bütün sesler ve sözler de O’nu mırıldanan birer nağmedir. Onun düşünce dünyasında eşya ve hadiseler fasih birer lisan ve bu lisanların nağmeleri de hep “Hû”dur. Evet, bir şairimizin de ifade ettiği gibi her nesnede O’na delalet eden ne emareler ne emareler vardır: “Bir kitab-ı âzamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.”O, o aşkın idrak ve basiretiyle sürekli bir maiyyet ve ünsiyet sermestîsi yaşar ve bir daha da o ufuktan ayrılmayı asla düşünmez.
İşte hullet yolu böyle nurefşan bir atmosferde seyahat etmektir ki, bu güzergâhın yolcularına da nisbî, izâfî hullet erbabı denir. Bu evsâfı kâmil manada ihraz eden hakiki anlamda bir ‘halîl’dir. Ondaki maiyyet ve muhabbet duygusu, tevekkül ve teslimiyet hissi, yüzündeki tebessümünden bütün aza ve cevârihine kadar her halinde kendini hissettirir. Böyle bir halîl, kötülükleri iyilikle savar.. kaba davranışlara karşı mukabele-i bilmisil mülahazalarına girmez.. bir meltem gibi eser, hep ihsan şuuruyla oturur kalkar.. sadece kendisini tutup destekleyenlere ve ona iyilikte bulunanlara değil, gayz ve nefretle köpürüp duranlara karşı dahi karşılık verme hakkını kullanmaz. Kullanmak bir yana en bayağı şeylerle üzerine gelmelere mukabil فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ “Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.” (Yusuf sûresi, 12/18) deyip aktif bir sabırla kaderin tecellisini beklemeye koyulur. Bunlar, hullet ruhunun olmazsa olmazlarından sayılır ki Hazreti Halîlürrahmân bu yüksek ufkun “müşârun bilbenân” bir gözdesidir.
O, “Tevekkeltü alallah” diyerek ateşlere atılmış.. akla-hayale gelmedik sıkıntılara katlanmış.. yurdunu-yuvasını terk ederek başka coğrafyalara hicret etmiş.. hicretini yeni muhataplar peşinden koşarak değerlendirmiş.. Ken’an ili, Mekke-i Mükerreme ve Filistin arasında gelgitleriyle adeta bir tevhîd dantelası örgülemeye çalışmış.. mü’minlerin mihrabı ve Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümü Beytullah’ı, yerle bir edildikten sonra tekrar inşa ederek arkadan geleceklere armağan etmiş.. bu zirvedeki işle -Hazreti İsmail’le beraber- meşgul olurken bile kendiyle yüzleşerek ve bu yüzleşmeyi Hakk’a niyaza çevirerek, hiçbir iş yapmamış bir insan tavrıyla, “Ey Rab! Beni de neslimi de namazı devamlı ve gereğince eda eden kullarından eyle; -Bu ifadede edip eylediklerini nisyana gömdüğü açık- Rabbim, duamı kabul buyur. Beni, annemi, babamı -Bu, o babaya dua yasağı gelmeden idi- ve bütün mü’minleri hesap gününe yürürken mağfiretinle serfirâz kıl.” (İbrahim sûresi, 14/40-41) demiş inlemiş.. büyüklüğüne ve hullet-i tâmmeye mazhariyetine bakmamış, baktırılmamış ve hep bir sıradanlık tavrı içinde bulunmuştu.
Bu engin ve zengin hususiyetlerinden ötürüdür ki Cenab-ı Hak: “İbrahim ve onunla beraber olanlar size birer numune-i imtisal ve örnektir. Hani onlar bir zaman kavimlerine, ‘Bizim sizlerle de, Allah’tan gayrı tapageldiğiniz şeriklerinizle de işimiz yoktur!’ diye haykırdılar.. ve devamla, ‘Siz Allah’ın biricik ilah olduğuna inanmadıkça sizi de ilahlarınızı da redle, aramızdaki sevgi bağlarının kopup düşmanlığın, nefretin ortaya çıktığını ilan ediyoruz.” dediler.” (Mümtehine sûresi, 60/4). Bundan sonra gelmesi muhtemel kötülüklere karşı da Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e teveccühle O’na güven ve itimatlarını şöyle dillendirdiler: “Rabbimiz biz Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız. Ey Rabbimiz! Bizi kâfirler eliyle fitneye maruz bırakma! Affet bizi, affet ki yegâne Azîz ve Hakîm Sensin.” (Mümtehine sûresi, 60/4-5). Böyle iç döküşte bulundu, O’na güven duygularını arz etti ve O’nun hısn-i hasîn emânına sığındılar. İşte kalben inanmışların kendi kendilerini tarassut etmeleri, kendilerine bakışları ve Allah’la o içten içe münasebetleri!..
Şüphesiz bu mevzuda abide şahsiyetlerden biri de Yakup (aleyhisselâm)’dır. Kur’an ona oldukça geniş bir yer ayırır. Memuriyetindeki derin aşkı, kılı kırk yararcasına konumunun hakkını yerine getirmesi ve sorumluluğunu içtenleştirmesi açısından bu ince insan çevresindeki mütemerritlerle misyonu icabı meşgul olurken, dört bir yanda esip duran küfür ve ilhad şerârelerini kırma cehdiyle oturur kalkar ve cedlerinden tevarüs ettiği Hak’la münasebet disiplinlerini yakın uzak herkese duyurmaya çalışır. Bu ağır sorumluluklarını nübüvvet hassasiyetiyle ifa ederken bir de evlatlarıyla farklı bir imtihana maruz kalır. Üzer bu ince ve hassas ruhu, çocuklarının Hazreti Yusuf’u çekememeleri. Baba şefkatinin yanında peygamber duyarlılığı ve ötelerle münasebeti açısından Yusuf’u, Hazreti İbrahim ve İshak emanetini taşıyabilecek biri olarak görür ve ona ekstra bir alaka gösterir. Gel gör ki, diğer evlatlar onun bu iç sezilerine muttali olamadıklarından -ihtimal henüz rüşde ermemişlerdir- bir hazımsızlık içindedirler ve sürekli onun hakkından gelme kurgularıyla kendilerini yiyip bitirmektedirler.
Nihayet bir gün, o âna kadar düşünüp durdukları şeyleri uygulamaya karar verir, Yusuf’u babalarından koparır ve yapacaklarını yaparlar. O güne kadar, peygamberlik ufkuyla hep hissedip endişelendiği ve te’vîl-i ehâdîse açık ruhuyla sezegeldiği meş’ûm hadise bir kâbus gibi çöker üstüne; çöker ve bir yıldırım gibi çarpar o masum ve masûn insanı. Yusuf’un kayıplara karışması, evlatlarının cinayet işleyip yalan söylemeleri dilhûn eder onu; eder de engin ihtisasları sayesinde mazeret ve tesliye adına söylenenlerin hiçbiri ona inandırıcı gelmez. Ye’se düşmemiştir ve recâ hissi dipdiridir ama hadise ağır bir inkisara sebebiyet verecek mahiyettedir.
Esbabın silinip gittiği, iç içe inkisarların ruhunu sardığı o demde, nur-u tevhîd içinde sırr-ı ehadiyet tecellî etti; o da ebedî mihrabı olan Hak kapısına olağanüstü bir olağanla yöneldi. -Zaten yüzü, gözü, kulağı ve kalbi hep o kapıdaydı.- Bir “fenâfillâh” derinliğiyle içini O’na döktü, inledi ve “Ben şu dağınıklığımı, keder ve tasamı yalnız Allah’a arz ediyorum; sizin bilmediğiniz birçok şeyi Allah’ın vahyetmesiyle biliyorum.” (Yusuf, 12/68) dedi. Ciddi bir tevekkül ve teslim ruh haleti içinde فَصَبْرٌ جَمِيلٌ ile nefeslenerek Hakk’a tefvîz-i umûr edip intizar-ı subh-i rahmete saldı kendini.
Onun bu ölçüdeki iç muhasebesi ve Hazreti Yusuf’un istikamet ve fetâneti, ilahî inayete bir çağrı olmuştu: Selametle kuyudan kurtulma, nisa taifesinin fitnesinden yüzünün akıyla sıyrılma, hapishaneyi bir medrese haline getirme, şirazeden çıkmış bir hayli insana “Allah” deyip ruhunun ilhamlarını duyurma, te’vîl-i ehâdîs mevhibesiyle nezaret makamını ihraz etme, kötülük yapan kardeşlerine ekstra ihsanda bulunma… gibi sürpriz bir sürü hadiseden sonra, bir rüya ile başlayan sergüzeşti gönüllere inşirah bir vuslatla noktalandı. Alvar İmamı ifadesiyle,
“Canan ilinin bülbülünün bağı göründü,
Dost ikliminin lalesinin çağı göründü;
Yakub’a o gün Yusuf’unun kokusu erdi
Ve herkese hayat ırmağının çağı göründü.”
Ve böylece o iç içe acı ve kederli günler sona erdi; sona erdi ve o sona ereceğinden de emindi. Zira o ta baştan iç dünyasıyla yüzleşerek içini Allah’a açmış inlemişti ve artık onun için çektiklerinin meyvelerini derme faslı söz konusuydu. بِقَدْرِ الْكَدِّ تُكْتَسَبُ الْمَعَالِي “Meşakkat ile me’âlî doğru orantılıdır; çekilen sıkıntı ölçüsünde seviye elde edilir.” fehvasınca üst üste sıkıntılar karşısında dişini sıkıp sabretmiş; derdini gönlündeki hemdemi olan âh u vâha bile tamamen açmamıştı.. ve artık dünyevî-uhrevî mutluluğun hâsıl ettiği şükran duygusuyla, şükürle oturup şükürle kalkıyordu.
Cenab-ı Âdil-i Mutlak çağın mağdur ve mazlumlarını da aktif sabır helezonuyla bu ufka ulaştırsın. Âmin!..