Duvarlar Dile Gelse

Avluya çıkarken de güneşi görüyordu. Fakat bu seferki başkaydı. Bitmez denen bir sene bitmiş ve kim bilir kimleri yola vuran köhne kapının gıcırtılarıyla sona eren bir rüyadan uyanmıştı.

Yanına ne çantasını ne battaniyesini almıştı. Onlarla birlikte hatıralarını da içeride bırakacaktı aslında, ama nasıl olacaktı?

Habersiz geldiğim gibi habersiz döneyim demişti, haliyle onu karşılamaya gelen olmayacaktı. Yolun karşısına geçerken düşünceliydi. Hemen bir taksi çevirip yerine yurduna dönmeyi düşünüyordu; ancak içinde bulunduğu yoğun düşünce atmosferi, onu bırakmıyordu âdeta. Kaldırıma çöküverdi dalgın bakışlarla.

İnsanoğlu kuş misaliydi. Bir orada bir burada… Daha az önce şu karşıdaki yaşlı binada hapisti. Şimdi ise hürriyet semalarında kanat çırpmaya namzet bir kuş gibi özgürdü. İşin aslı, içeri gireceğine de ihtimal vermemişti, dışarı çıkacağına da. Fakat dışarıdaydı işte, yeni bir hayatın eşiğindeydi. Yeni bir hayat diyordu; zira öyle sanıyordu ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Uzun zamandır içerideydi ve emindi ki dışarısı bıraktığı gibi değildi. Belki içeriden de beterdi.

Sahi bir zamanlar ne çok şey okumuştu içeridekilere dair… Atıf Hoca, Tahirü’l-Mevlevî, Esat Efendi, Bediüzzaman, Bekir Berk, Tahirî, Hüsrev, Sungur Ağabeyler ve daha kimler kimler… Duymanın başka, yaşamanın başka şey olduğunu ise içeride iliklerine kadar hissetmişti aylar boyunca.

İçerisi adamı kendi derdine yanmaya bırakmıyordu. Hele hassas ruhlar için bu, zorlardan zor bir haldi. Öyle hikâyeler dinlemiş, öyle hicranlara şahit olmuştu ki yeri gelmiş, kendini düşünmeye sıra gelmemişti.

Neler duymamış, neler görmemişti ki… Hani derler ya, “Şu duvarların dili olsa da konuşsa!” Duvarlar… Aylarca onlarla arkadaş olmuş, içini onlara dökmüştü sanki. Sağa döndüğünde onlar, sola baktığında onlar vardı.

Şimdi gözü karşısında dikilen yüksek duvarlarda, aklı da o duvarların ardında gördüğü alçak ruhlulardaydı. Bir de onların bağrında özgürlüğe hasret, boynu bükük güllerde…

Gerçekten de dile gelirler miydi acaba diye düşünürken canlı cansız her şeyin ötede şahitliğe namzet olduğunu hatırladı. Öyle ya eller, diller, uzuvlar insanın ettiklerine şahit olur da mahremiyetin remzi, sırların sadefi olan duvarlar dile gelmez miydi?

Gün geldi Bekke vadisinde yükseldi duvarlar Halil’in eliyle. Nice zaman şahit oldular çöller aşıp emre inkıyat edenlerin namazlarına ve telbiyelerine. Gün geldi tahammül faslı başladı bağrında mekân tutan putlardan dolayı.

Kenan’daki kuyunun duvarları, bağrındaki güzelin mazlumluğuna, kasrın duvarları namusuna, zindan duvarları masumluğuna şahitti ve ötede şehadet edecekti.

Zülkarneyn’in eliyle yükselen duvarlara nefis ve vicdan arasına ördüklerimiz eklendi zamanla. Biri hakikî, diğeri mecazîydi; değişmeyen şeyse her ikisinin ötelerde tahakkuk edecek şahitliğiydi.

Şairler ümit deyince Dâru’l-Erkam’ın, hüzün deyince Efendiler Efendisi’nin ötelere yürüdüğü hücre-i saadetin, ihanet deyince Roma sarayının, fetih deyince İstanbul’un duvarlarını mazmun edinse çok muydu?

Nasıl da dalıp gitmişti bu duvar faslına. Kalkıp gideyim diyecek oldu; ama bu sefer de yolla arasına duvarlar örüldü sanki. Mecali yoktu, düşünmeye devam etti; fakat ne zamana kadar bu yol kenarında çöküp kalabilirdi ki? Yolun başında beliren taksiyi durdurdu. Selam faslının ardından “Geçmiş olsun!” deyiverdi şoför. “Nasıl anladın?” diye sorunca, “Nasıl olacak, bu sokağa kimse uğramaz. Ya mahpussundur ya da mahpus yakını. Her hâlükârda geçmiş olsun” dedi adam. “Sağ olasın!” cümlesi dökülüverdi dudaklarından sessizce.

Yeni bir memlekete gitmiş gibi etrafı seyretmeye başladı. Sokaklar bu kadar yabancı gelir miydi insana geçici bir ayrılıktan sonra? Gerçi içeri girmeden kısa bir süre önce zaten yabancılaşmıştı millet birbirine. Bakkal Hamdi’nin, kendisini alıp götürdükleri günkü bakışları geldi aklına. Sanki düşmanına bakıyordu. Şahit olduğu bir sürü olaydan dolayı muhabbet arz eden koca adam; delilsiz-şahitsiz bir yığın düzmeceden dolayı nasıl da yabancılaşıvermişti.

Bunları düşününce gidesi gelmedi mahalleye. Arabanın yönünü sahile çevirtti. Az sonra Boğaz’ın kenarındaydı. Bir süre yürüdükten sonra denize nâzır küçük mescide düştü yolu. Cami cemaati bıraktığı yerdeydi. Etliye sütlüye karışmayan ihtiyarların arasından sıyrılıp çıktı mescitten.

Düşüne düşüne geceyi etmişti, insanlar ortalıktan iyice el-etek çekince, eve gitmeye karar verdi. Öyle ya, mahallede kime selam verse ters bir tepki alabilirdi. Aylardır insanların birilerini karalayıp ötekileştirerek onlardan vebalıdan kaçar gibi kaçtıklarını duyuyordu.

Omuzlarında ağır bir yük varmışçasına ilerledi karanlık sokaklarda. Sanki bir suçlu gibi sağı solu yoklama ihtiyacı hissediyordu. Vakit hayli ilerlemişti, binaya sessizce girdi ve evinin kapısını açtı. Kapı ile ışığın açılması arasında geçen kısacık zaman diliminde; karanlıkta bir elin, eline uzanacağını zannetti. Ne de olsa zorlu bir günde, korkulara gebe bir zeminde terk etmişti yuvasını. Allah’tan, eşi ve çocuklarını köye göndermişti de o günkü muameleye onlar şahit olmamışlardı.

Uzanıp ışığı yaktıktan sonra içeri girip girmemekte bir an tereddüt gösterdi. Fakat başka nereye gidebilirdi? Her ne kadar davetsiz misafirler ayakkabılarıyla her yanı batırmış olsalar da itiyadını terk etmeyip ayakkabılarını çıkardı. Evin hali haraptı. İlk iş olarak çay demledi, “Bir kendime geleyim” dedi. Bu arada odaları dolaştı. Gözü masasına ilişti. Son karaladığı şiir oracıkta duruyordu. Kâğıt, şiirin yanına çizdiği gül resmini ikiye bölecek şekilde yırtılmıştı. İki parçayı birleştirip şiiri tekrar okudu. Duvarlar arasından eşe yazılan bir şiirdi bu; fakat yaşanmış bir hayatın değil, el yordamıyla hasreti işleyen bir metindi. Onu götürdükleri gün masasında kalan bu şiirdeki duvar mazmunu, ne kadar ham kalmıştı bugün hapishanenin karşısında düşündüğü duvarlar karşısında.

Mevlana’yı andı, onun “Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünü mırıldandı. Yazsam mı yazmasam mı diye düşünürken kalemi eline aldığını fark etti. Kalem elindeydi artık, bırakmak olmazdı. Şevk dolu bir ruh haletiyle yerinden kalkıp çayını doldurdu. Parmakları ne kadar hamlamışsa geçen zaman zarfında, fikri de o kadar bilenmişti aslında. Aylardır hissiyat adına çok şey yaşamıştı. Öyle bir ortamda kalmıştı ki gerek kendi hissettikleri gerekse yanındakilerin hissiyatlarına şahitlik etmesi, onu yoğun bir duygu atmosferinde yoğurmuştu.

İşkencelerin roman sayfalarındaki nakillerden ibaret olmadığını, kendisi ve koğuş arkadaşları nöbetleşe yaşayarak öğrenmişti. Ağlayıp yazdı, yazıp ağladı. Gözyaşları yer yer kâğıda süzülüyordu. Zor şartlar altında, tarihî bir sürecin canlı şahidi olmuştu. Bu şehadeti, kalbin rikkatine delil olan hisli mısralara taşıyamayacaksa, böyle bir dönemde ne diye şiir yazacaktı?

Bu tahripten nasibi his sahasına münhasır kalmayıp bedeniyle, vaktiyle, ailesiyle ve yakınlarıyla da imtihan yaşayıp ağır bedeller ödemişti. Bu bir yılda eşinin ve küçük yavrusunun yaşadıkları ise işin bambaşka bir boyutuydu.

İyi ile kötünün mücadelesi deyip en baştan aldı işi, Asr-ı Saadet’ten misallerle süsledi mısralarını. Telmihler kuşağında sahabeye, tâbiîne, selef-i sâlihîne uğradı yolu. Ufku açıldıkça mekânı cem etti, bütün zindanları tek bir mekân gibi gördü hayalinde.

Kalkan sadece aradaki duvarlardı. Duvarlar, yine dışarıyla irtibattan men etti onu. Onlarda tevekkülü, hüznü, haksızlığı, hasreti, yarım kalmış işleri, tamama ermemiş arzuları, işkenceleri, iniltileri müşahede etti.

Zaman-mekân değişse de yaşananların genel itibarı ile ayniyete yakın bir misliyetle tekerrür ettiğini gördü. Koca mezhep imamlarını, Yıldırım Han’ı, hatırladı. Esaretin bedelini nasıl ödediklerini düşündü. Zamanı aştı; Kastamonu’da, Eskişehir’de, Denizli’de, Afyon’da gezindi. Kış soğuğunda camı kırılmış koğuşları, falaka altında inleyenleri, Zübeyir Ağabeyin feryatlarını ve bununla birlikte cesaretini andı. Her biri imtihan kasidesinde birer taç-beyit olmaya namzet sadâkat tablolarını sıraladı zihninde bir bir…

Bazı milletlerin, geçmişlerine ait destanları nasıl yaşattıklarını ve hâlâ onlara eklemeler yaptıklarını düşündü. Nihayet bugüne sürdü atını. Yaşadıkları ve duydukları da dünden bugüne süregelen bir başka destanın beyitleri arasında boy göstermeye namzetti.

Hiçbirini atlamaya kıyamazdı. Ne kadar uzun olursa olsun zikretmeliydi her birini. Bebeğiyle birlikte hapse girenleri, hastane kapısında polis tarafından beklenen anne adaylarını, ilacı verilmeyen hastaları, işkence edilenleri, hakarete maruz kalanları, bölünen aileleri, anne-babaya hasret çocukları, küfür ve iftiraları, fitne adına çevrilen değirmenleri, kapatılan eğitim müesseselerini ve hayır kurumlarını ve daha nicelerini…

Yazdı, yazdı ve “Bu destan burada bitmez” mısraıyla bitirdi şiirini.

Anlaşılan o ki daha gidecek çok yol ve yazılacak çok şey vardı…

 

 

Bu yazıyı paylaş