O (sallallahu aleyhi ve sellem) tıpkı bir güneşti; tulûuyla, çağlar aydınlanmış ve bütün yıldızlar görünmez olmuştu. O, “Güneşler Güneşi”yle ziyadar olan pırıl pırıl bir “kamer-i münîr” idi; haricî vücut urbasıyla matla’ında belirince çevresinde o ziya ile nurefşan bir hâle oluşmuştu. Bu hâleyi teşkil edenler, nübüvvet minberinden O’nun dirilten soluklarına “Evet” diyen ilk bahtiyarlardı. O (sallallahu aleyhi ve sellem), milimi milimine kendini izleyen ve O’nun enfes rengine boyanan bu bir numaralı kutlulara “Yıldızlarım” diyor ve arkalarından gelenlerin onlara uymalarının kurtuluş vesilesi olduğunu/olacağını hatırlatıyordu.
O’nun tarafından denen ve düşünülen şeylerin hiçbiri havada kalmamış; ötelerden, öteler ötesinden gelip o mir’ât-ı mücellâya akseden semâvî ziya O’nun çevresinde bir nur hâlesine dönüşmüştü. O (sallallahu aleyhi ve sellem), çevresindeki bu yıldızlar topluluğuna -gözlere aydınlık- sürekli o Nûru’l-envârı aksettiriyor; o aydınlık ruhlar da çevresinde hâlelendikleri kamer-i münîri bütün derinlikleriyle içtenleştirip mücellâ birer ayna halini alıyorlardı. Az bir değişiklikle Nâbî merhumun şu iki mısraı bu tabloyu ne güzel aksettirir:
Odur ki hâle içre kürsi-i nübüvvette,
Gürûh-i encüme nûr ayetin tefsir eden mehtap.
Evet, çok kısa bir süre içinde, her biri âyine-i kamer halini alan o müstaid fıtratlar, temel kaynak öteler ötesinden, o nurefşan zâtın (sallallahu aleyhi ve sellem) hâlesi şeklini alan ve gözleri kamaştıran engin bir nuraniyete ermişlerdi. Pervaneler gibi sürekli o ışık kaynağı (aleyhissalâtü vesselam) çevresinde pervaz ediyor ve misliyet çerçevesinde hep O’na ait semâvî güzellikleri aksettiriyorlardı. Bu müstesna keyfiyetleriyle idi ki, onlar bütün cihanlara söz dinletecek kıvam ve derinliklerinin yanında, tevazu, mahviyet, sıradanlık görüntüleri ve sürekli kendileriyle yüzleşme hususiyetleriyle de dudak uçuklatacak bir derinlik sergiliyorlardı. Hele -bir şairimizin ifadesiyle- “Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali”efendilerimizin, kıyas kabul etmeyen enginlikleriyle gök ehlini imrendirecek bir konumda bulunduklarını söylemek mübalağa olmasa gerek. Onlar melekleri imrendirecek kalbî ve ruhî derinliklerinin yanı sıra her zaman kendilerini yerden yere vuruyor ve hep bir mücrim -hâşâ ve kellâ- tavrıyla oturup kalkıyorlardı.
Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh) bu hâlenin en parlak ve en nurefşan simalarından biriydi. Menhelü’l-azbü’l-mevrûdu ve beslenme kaynağı dilbeste olduğu/olduğumuz Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm mir’âtında temaşa etti verâlar verâsı envâr u esrârı. Kendiyle yüzleşip içini Allah’a dökerken, o veliler serveri Sıddîk-ı Ekber ve onu takdir eden de canlar canı Hazreti Peygamber olmasına rağmen şöyle sızlanıyordu:
“Allahım, şüphesiz ben kendime çok zulmettim; günahlarımı Senden başka bağışlayacak yoktur.-A canımın cananı, sen cahiliyenin yaşandığı dönemde bile günahın rüyasını görmedin; şayet bu akrabü’l-mukarrabînden olmanın iniltileri ise, ‘Allah bizi de o iniltilere bağışlasın!’ der günahkâr dilime bir kilit vurur, sonra da sessizlik murakabesine dalarım. Dediklerin arkandan gelenlere mesaj mülahazasına bağlı bir beyan ise, bu kez de ‘Vay bizim halimize!’ der inlerim.-Beni affet ve bağışla; bana merhamette bulun. Şüphesiz Sen yegâne Gafûr u Rahîmsin.”[1] Hayat-ı seniyeleri boyunca hiçbir zaman çizgi kayması yaşamamış ve her an bir adanmışlık ruhuyla hep O’na koşmuş, ruhanilere dudak ısırtan bu dırahşan çehre, yine “günah” diyor ve içinden gelen bir yarlıganma hissiyle Hakk’a yönelip O’na bu şekilde dil döküyordu…
Sayıp döktükleri hususların rüyasını dahi görmemiş bu abide insan, her şeyden evvel o nur hâlesi içinde otağını kuran ilklerden biri ve birincisiydi.. keza o, âyine-i Samed Andelib-i Zîşân (sallallahu aleyhi ve sellem) ötelerin sesi-soluğu ilâhî nefahâtı sunabileceği açık bir sine ararken, elini göğsüne vurup “Bana, bana” diyen en hüşyar gönüldü.. bu kabullenmeyi hayatının sonuna kadar derinleştirerek yaşayan bir vefalı sadıktı.. Mekke’de on üç sene dilbeste olduğu Efendiler Efendisi’ni koruma adına bir sıyanet meleği tavrı sergilemiş ve kendisine “Mü’min-i Âl-i Firavn” dedirtmişti.. ölüm bacayı sarınca da, Canlar Canı’yla gözünü kırpmadan en tehlikeli bir yolculuğa “evet” demiş, yola koyulmuştu.. iç içe endişelerin yaşandığı Sevr Sultanlığında kalbi hep Efendisini sıyanet etme endişesiyle atıvermiş ve tir tir titremişti.. Hakk’ın inayetiyle bütün gailelerden sıyrılıp münevver şehre varınca da bu kahramanlığını devam ettirmiş ve melekleri gıptaya sevk edecek bir görüntü sergilemişti; sergilemişti ama bütün bu mezâyâsını nisyana gömerek hemen her zaman Allah’a iç döküşleriyle de bir sıradanlık tavrı içinde bulunmuştu.
Pişdârı ve pîşuvâsının -O’na canlarımız kurban!- deyip ettiklerini vird-i zeban etmenin (dile dolamanın) yanında, öylesine içten içe sızlanmıştı ki imrenme murakabesine dalmıştı melekler ve Hakk’ın mükerrem ibâdı. İşte o sızlanışlardan birkaç küçük damla: -Az bir tasarrufla Yakaran Gönüller’den-
“Lütfet kuluna ki zâdı, azığı pek kalîl,
İflas etmiş hâliyle gelmiş kapına ey Celîl!..
Günahı büyük mü büyük, yarlıga günahlarını ne olur,
O bir şahs-ı garîb ve bir günahkâr abd-i zelil.
Ondan isyan, nisyan ve iç içe yanılma,
Bekliyor Senden ihsan üstüne ihsan ve atâ-i cezîl
…
Nice olacak hâlim, yok bende bir hayırlı amel,
Sû-i a’mâlim çoklardan çok, zâd-ı tâatimkalîl.
Beni yakacak ateşlere ‘Soğuyuver!’ de ey Rab!..
Tıpkı dediğin gibi dün fî hakkı’l-Halîl…”
O dipdiri gönülden kendiyle yüzleşme ve Hakk’a teveccüh adına bu ne derin sızlanış, bu ne engin bir iç murakabesi!.. Sanki yukarıda birkaç kelimecikle ifade edilen vefa abidesi o değilmiş de sıradan biri üslubuyla içini döküp durmuş gibi. Pek çok nebiye bile müyesser olmayan başarılara imza atması da, sayısız terör hareketlerinin hakkından gelmesi de, Hazreti Şehinşâh’ın onun hakkındaki takdirkâr ifadeleri de Hazreti Sıddık’taki o engin mehâfet hissi, mehâbet mülahazası ve ihsan şuuru televvünlümuhasebe duygusunu tadile yetmemişti.
Evet, o öyle başarılı bir devlet adamı, hakkaniyet ve adalet timsali, çizgi değiştirme ve kayma bilmeyen bir yüksek karakter idi ki, hayat-ı seniyelerinin her faslı ayrı bir kahramanlık destanı mahiyetindeydi. -Merak edenler Mahmud Akkad’ın “Abkariyyât”ına bakabilirler.- Ama onun melekler kadar temiz ruhu hiçbir zaman bu edip eylediklerine takılmamış; o her zaman düz bir insan gibi Rehnümâ’sının arkasında tir tir titremiş ve kendini sorgulayıp durmuştu. Sorgulayıp dururken de yapıp ettikleri ve asırlarca cehd ü gayret isteyen baş döndürücü başarılar adeta zihninden silinip gitmiş gibiydi…
Keşke bu mülahazalar, pireyi fil gösteren bu çağın bencil sergerdanlarına da bir şeyler ifade edebilseydi!.. Ama heyhat, bugünün gafilleri bunları hiç görmediler ve hiçbir zaman görme azm u ikdamında bulunmadılar, bulunmayı da düşünmediler. Zira dünyaperestlik onları kör ve sağır haline getirmişti.. hayatları cismaniyet ve hayvaniyetin dar koridorlarında geçiyordu.. habersizdiler kalbî ve ruhî yaşamdan… Böylelerinin uyanmaları ekstra bir lütuf teveccühüne kalmıştır. Hakk’ın engin rahmetinden ümit kesilmez ama beyindeki nöronların bütünü şimdilik buna “evet” diyemiyor. Bu itibarla da ben böyle bir tenbih ve tenebbühü o inayet-i hâssaya havale ederek konuyu bir noktalı virgülle kafiyelendirip bir başka abide şahsiyete geçmek istiyorum.