Nefs-i nâtıka adına bir diğer yaklaşım da şöyledir: İnsan mahiyetinde üç husus söz konusu edilegelmiştir. Biri cismanî şu heykel-i maddî, bir diğeri emr-i ruhanî, üçüncüsü de onun bütün bunları câmi bir ayna olmasıdır. Bunların umumundan ortaya çıkan husus ise, onun Celâl ve Cemâle meclâ olması, lütf u kahra açık bulunması, Cennet ve Cehennem’e namzet olmasıdır. Bütün bunlar bir manada nefs-i nâmiye için söz konusu olsa da daha yukarılar da her zaman ona açıktır.
İnsan, rahm-ı mâderde iken bu hususların hiçbiri söz konusu değildir. Onun dünyaya gelişi ve gelişimiyle potansiyel olarak, nefis, “emmâre bi’s-sû” halini alabilir. Hak-aşina bir yuva, nezih bir ortam, bir mürşidin devreye girmesi ve Hakk’ın ekstra inayet ve riayetiyle istikamet ve sadakat güzergâhında yürüme imkânı elde edildiğinde de bir basamak atlayarak/atlatılarak “nefs-i levvâme” atmosferine yükselebilir. Aksine, yukarıda söz edilen hususların söz konusu olmadığı durumlardaysa o yerinde duramaz; basit emmâreden muzâaf emmâreye, ondan da mük’ab emmâreye sukut ederek “ahsen-i takvîm”e mazhariyetine terettüp edebilecek bütün ilahî tecellî ve varidâtın kapılarını kendine kapamış olur; “إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ– Şüphesiz nefis, şiddetle kötülüğü emretmekte ve onu tetiklemektedir.” (Yusuf sûresi, 12/53) ayetinin resmettiği menfur şeklini alır.
Nefsin, bu kararan ve karartan tabiatı, pozitif tesirleri açısından yukarıdaki disiplinlere tabi tutulduğu zaman, yapılan müspet tenbihlere cevab-ı savab vermesiyle onda bir tenebbüh ruhu hâsıl olur ve hatta Hak tecellilerine açık hale gelir. Sonra yer yer kendini levmetmeye durur.. bu levmetmelerin devamıyla kalbi Hakk’a teveccüh etmeye başlar.. derken başına inayet reşhaları dökülür hale gelir.. tenbihlere tenebbühle cevap verdiği sürece de kalb ufkuna yönelir.. kalb tenvîrâtıyla tenevvür ettikçe, sır neşr-i envâra başlar.. kalbde ve ruhta tenevvür faslı bir manada tamamlanınca, letâif-i maneviye ona yaradılış gayesini fısıldar.. o da bunun karşısında itminan soluklamaya durur ki işte bu ufku Kur’an-ı Mübîn şu tebşirkâr beyanıyla ifade eder: يَۤا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ*اِرْجِعۤي إِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً “Ey itminana ermiş müzekkâ nefis! Dön O senden razı, sen de O’ndan razı olarak Rabb-i Kerim’ine.” (Fecr sûresi, 89/27-28) Cenâb-ı Hak bu iltifat-ı kerimâne ve rahîmanesiyle bizi de o zirveye otağını kuranlardan eylesin!..
Nefs-i emmârenin zarar edalı pek çok iğvâ ve idlâllerinin başında riya, süm’a, ucub, fahir, kibir, bohemlik hissi, haset, öfke, cimrilik, dünyaperestlik, şöhret zaafı, hırs ve tûl-i emel… gibi mesâvî-i ahlak ve mühlikât gelir. O, arz edildiği üzere, pozitif dinamiklerle rehabiliteye tâbi tutulup mehâsin-i ahlakla gerçek insanlık ufkuna yönelince nefs-i levvâme unvanını alır; onun ihtar ve tembihleriyle her duygu ve düşünce kirliliğinde hemen “kendini levm” kurnalarına koşar ve “Yine kendime zulmettim!” der inler. Nefs-i mülhemeye gelince, o mesâvî-i ahlaktan uzak durmanın yanında, seviyesine göre semâvî mesajların ışığında takva azm u ikdamı içinde bulunur. Hak tarafından görülüyor olma irfanıyla yüz yere koyar; gönlünün nağmeleriyle afv u mağfiret besteleri sergiler ve hep daha ötelere sıçrama cehd ü gayreti içinde bulunur. Evet, dinin emirlerine milimi milimine riayet etmenin yanında, mehâsin-i ahlakı tabiatının bir derinliği haline getirerek, kendisine yukarılara doğru yeni kapıların açılması adına “Hel min mezîd – Daha yok mu?” der, rahmetin enginliğinden yeni teveccühler intizarı içinde bulunur.
Nefs-i mutmainnenin bir mefkûre ve gaye-i hayal haline getirip düşlediği hususlar ise, hep derin bir istikamet ve sadakat şuuru, tevekkül-i tâm cehdi, teslim-i tâm azmi, tevazu ve mahviyet düşüncesi, ihlas-ı etemm gayreti, hamd ü şükür şiarı ve zikr-i dâim olmazsa olmazı şeklinde özetlenebilir.
Râdıye ve Mardıyye mevhibe-i Rahmâniyesine gelince; onlar her zaman iç çeker durur.. peygamberler yolunun evsâf-ı âliye ve mezâyâ-i gâliyeleriyle oturur-kalkar.. aşk u iştiyak-ı likâullahla akşamlar-sabahlar.. ufukları itibarıyla en küçük tasavvur ve tahayyül kaymalarını bir cinayet gibi görür, mazhariyetlerini tahdîs-i nimet suretinde değerlendirir.. keramât ve ilhamât türünden uzak durmaya çalışır.. vukua gelen harikulade mevhibelerin istidraç olabileceği endişesiyle tir tir titrer ve sürekli ebedî mihraplarına yönelerek hep O’nu diler ve O’nu dillendirirler. Bu ufka yükselenler için nefis, kalb ile hemhal olarak “mecmau’l-bahreyn” ve “mülteka’l-âlemeyn” halini alır ki, Hakk’ın kenzen bilindiği ayine ve meclânın bir buudu olur; olur ve لَا يَسَعُنِي سَـمَائِي وَلَا أَرْضِي وَلٰكِنْ يَسَعُنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ“Yer-gök ihâta edemez Beni, ama mü’min kulumun kalbi (bir meclâ, bir mazhar olarak) öyle değil.”[1]hakikatini hecelemeye durur. Bu mazmunu İbrahim Hakkı hazretlerinin bir nazmıyla değerlendirmek daha doğru olacaktır:
“Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.”
Bu zirveyi yakalayan bir rıza kahramanı olan Yazıcızâde de kendi ufku açısından konuyu şöyle dillendirir:
“Bu insan suret-i manada kıble-yi âlem,
Döner ol kıbleye ikbal bilen efkâr-ı nuranî.”
Hal ehlince böyle tabakadan tabakaya sıçramak, tıpkı rahm-ı maderde embriyolojik süreçteki değişim ve dönüşümler gibi bir damla sudan ‘alaka’ya, alakadan “mudga”ya, mudgadan insan şekline geçiş gibidir. Bir hakikat yolcusu hayvaniyetten sıyrılıp kalb ve ruhun derece-i hayatına, nefs-i hayvaniyeden nefs-i emmâreye ve ondan da diğer ad ve unvanlarla anılan mertebelere yükselerek -yolun hakkını verdiği ölçüde- itminan zirvesine ulaşır ve râdıye-mardıyye kevserleri yudumlamaya koyulur. Aksine, güzergâhın gerekleri yerine getirilmez ve hakkı verilmezse, “fena fillâh” ve “beka billâh” mevhibeleri de onun için asla söz konusu olamaz. Yolun erkânı gözetilerek Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehrahta gönül birliğiyle hareket edilirse, evvela esmâ-i ilâhiye celevâtı, sonra sıfât-ı sübhâniye tecelliyâtı, sonra şuûnât-ı zâtiye mevâhibiyle mukabelede bulunur fazl-ı kerem sahibi Hazreti Zât-ıEcell ü A’lâ.
[1]Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/173. (Ayrıca bkz. Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn 2/19)