Cemiyeti oluşturan fertleri irtibat halinde tutan çok farklı bağlar vardır. Aynı dile, dine, kültüre, coğrafyaya mensubiyetin; ortak tarih, duygu, düşünce ve ideale sahipliğin beraberinde getirdiği bağlar bunlardan bazılarıdır. Fakat dünden bugüne ferde ve topluma, menfi ya da müspet en fazla etki edenlerin başlarında soy, nikah ve sütle oluşan akrabalık bağları gelir.
Akrabalar arası münasebet ve muamelenin, akrabalık olgusuna bakışın, sağlıklı, sağlam ve selim bir nesil ve toplumla yakından alakası vardır. Zira ferdin hayata gözünü açtığında genellikle ilk gördüğü çevre, akraba çevresidir. Karakteri ve kimliği, büyük oranda bu çevreye hâkim olan ahlak üzerine şekillenir. Yine akrabalar arasında yaşanan kavgalar, kopukluklar, değişik konumlarda kayırma, kollama ve ayrıcalıklar da toplumun fay hatlarını derinden sarsar. Toplum olarak bir arada yaşamanın gerektirdiği adalet, hakkaniyet ve samimiyete temelinden tesir eder.
Kur’ân; akrabalar arası bağa, ahlaka, münasebete ve muameleye büyük önem verir. Hem ayetlerle hem de tevhit ve nübüvvet tarihinden örneklerle bu hususlarda dikkat edilmesi gereken şeyleri talim buyurur. Hz. Âdem’in çocukları, Hz. Nuh’un hanımı ve oğulları, Hz. Lut’un hanımı, Hz. İbrahim’in babası ve Hz. Yusuf’un kardeşleri üzerinden yaşanılan imtihanlara dikkat çeker. Emir ve tavsiyelerde bulunur.
“Yaşayan Kur’ân” olan Allah Resûlü’nün hayatı, sünneti ve sözleri ise bu hususla alakalı bütün problemleri çözecek bir genişliğe ve derinliğe sahiptir. O, bazı esasları itibarıyla yanlış temeller üzerine inşa edilmiş de olsa akrabalık bağlarının önemsendiği ve canlı olduğu bir toplumda neşet etmişti. Özellikle annesinin vefatından sonra dedesi ve amcası üzerinden akrabalık bağlarının büyük faydasını görmüş ve meselenin ehemmiyetini iliklerine kadar yaşayarak öğrenmişti. İlk vahyin geldiği gün, hanımı Hz. Hadîce’nin; Nadr ibn-i Hâris gibi O’na düşmanlıkta ipi göğüsleyenlerin (!) de ifade ettiği üzere O, Risâlet öncesi bu yönüyle de takdir edilen bir konumdadır.
Allah Resûlü’nün akrabalarıyla münasebeti ve onlara muamelesi, Risalet vazifesinin omuzlarına yüklenmesinden sonra ayrı bir boyuta taşınmıştır. Zira artık O, evrensel bir mesajın, yeni bir medeniyetin temsilcisi ve rehberidir. Tabiî olarak her hareketi ve uygulaması hem takip altındadır hem de bir misaldir. Bundan dolayı bütün adımlarını bu çerçevede atmış, yanlış algıya ve anlamaya sebebiyet verecek şeylerden kaçınmıştır. Bir taraftan akrabalarıyla imtihan olurken diğer taraftan akrabalar ile münasebet adına yaşanan olumsuzluklara son vermiş, her hususta yakalanması ve yürünmesi gereken en ideal çizgiyi temsil ve tebliğle hayatın içene taşımıştır.
Rehberlik, İrşat ve Tebliğ
Ellerinden tutup gönüllerini Cenâb-ı Hak’la buluşturma ve doğru yola ulaştırma adına ilk olarak en yakın akrabalarına yönelmişti. İnsanlarla fert fert ilgilendiği ilk günlerde kendisine evet diyen ilkler, evinde yaşayanlar (eşi, kızları, kuzeni ve evlatlığı) olmuştu. Bir müddet sonra “Önce en yakın akrabalarını uyar!”[1]beyanıyla toplu şekilde insanları, tevhide, ahlaka, adalete ve rızaya muhalif hususlarda uyarması emredilmişti. Bunun üzerine akrabalarını üç gün ziyafette bir araya getirmiş; diğer kabilelere açılmadan önce onları eğri yolun encamından sakındırmıştı.
Bütün bunlar neticesinde akrabaları üç gruba ayrılmıştı: Hz. Hadîce, Hz. Ali, Hz. Ca’fer, Hz. Hamza, Hz. Safiyye gibi iman edip her hususta yardımcı olanlar; Ebû Leheb, Utbe, Uteybe ve Ebû Süfyân ibn-i Hâris gibi inkâr edip her türlü kötülüğü kendisine reva görenler; Ebû Talib gibi iman etmediği ya da Hz. Abbâs gibi imanını gizlediği halde her zeminde yanında olup destekleyenler.
Allah Resûlü, Müslüman olan akrabalarına Mekkelilerin zulmü karşısında kol kanat germiş, moral vermiş ve bunaldıkları anlarda alternatif çıkış yolları göstermişti. Değişik arzuların ve korkuların etkisinde kalıp hayır diyenlere ve isyan edenlere yaptıklarından beri olduğunu bildirmişti. Ama asla onlarla irtibatını kesmemiş ve ısrarla gönüllerine girmenin yollarını aramıştı. Zira O’na göre sıla-i rahimin hakkını veren, “Akrabası kendisine iyiliği kestiğinde dahi onlara iyilik yapandır.”[2]
Kısa ve uzun vadede Allah Resûlü’nün bu gayretleri boşa gitmemiş ve akrabalarının büyük çoğunluğu, boykot dâhil olmak üzere, şiddetli baskılara, tehditlere ve tehlikelere rağmen gizli açık kendisine yardımcı olmuştu. Mekke’nin fethi itibarıyla da ailesinde İslâm’a hayır diyen kimse kalmamıştı.
Sıla-i Rahmi Zirvede Temsil
Allah Resûlü, uzak yakın bütün akrabalarıyla münasebet halindeydi. Mesela, doğduğu günlerde kendisini birkaç defa emziren, siyahî ve köle sütannesi Süveybe’yi hayatı boyunca hiç unutmamıştı. Sürekli irtibatta olmuş ve ihtiyaç duyduğu şeyleri kendisine ihsan etmişti. O’na göre “Akrabalarıyla ilişkiyi kesen, cennete giremez”di.[3]Müşrikte olsa kendisiyle münasebet insanî çizgide devam etmeliydi.
Amcası Ebû Leheb’le bütün yaptıklarına rağmen diyaloğunu devam ettirmişti. Fetihte onun çocuklarını göremeyince kaçtıklarını haber almış, arkalarından adam göndermiş ve hepsini bağrına basmıştı. Sık sık akrabalarının ziyaretine gitmişti. Ölenlerin arkasından gözyaşı dökmüş, bıraktıkları yetimlere sahip çıkmıştı. Hediyeler vermiş, malî yardımlarda bulunmuş ve gönüllerini sürekli hoş tutmuştu.
Fedakârlık Talebi
Allah Resûlü, bir Peygamber olarak davası, bir idareci olarak ümmeti ve bir komutan olarak ordusu adına bir fedakârlık ortaya konulması gerekiyorsa, bunun için ilk olarak akrabalarını cepheye sürmüştü. Hicret sürecinde Mekke’den en son kendi ailesini çıkartmıştı. Öldürmek için evinin etrafını sardıklarında, yokluğunun fark edilmemesi maksadıyla evinde yetişen kuzeni Hz. Ali’yi yatağına yatırmıştı. Bedir’de karşısına dikilen Mekkeliler, adet üzere en güçlü üç savaşçıyı bir adım öne çıkarıp onlarla vuruşacak üç kişi talep ettiklerinde, “Kalk ya Ali! Kalk ya Hamza! Kalk ya Ubeyde!” buyurarak adeta ölüme gönderdiği üç kişi de akrabaları olmuştu. Yine O, toplumun farklı tabakalarında bulunan insanların zihinlerinde idaresine ve emniyetine karşı soru işaretleri oluşturmama adına iradî fakirliği tercih etmiş ve en yakınında bulunan akrabalarını da böylesi bir hayata yönlendirmişti.[4]
Sosyal Problemlerin Çözümü
Allah Resûlü, cahiliye Araplarının örf ve âdetlerine muhalif olmayan yenilikleri hayatın içine taşırken bile kabileler tavır almıştı. Halbuki O, onların arasına girmiş, yüzyıllardır doğru ve faydalı kabul edilen yanlış ve zararlı uygulamaları da kaldırmak istiyordu. Olayı baltalamak isteyen müşrikler, kimlerin üzerinden yanlışa müdahale edilmişse onları diline doluyordu. Sözün gücünü kullanıyor ve bu işe girişenleri rezil etmeye çalışıyordu. Bundan dolayı Allah Resûlü, problemli uygulamaları da akrabaları üzerinden kaldırmış ve onları öne sürmüştü. Mesela, evlatlık edinme âdeti çerçevesinde gelişen ve kültürün içine yerleşen uygulamaları; farklı ırk, renk ve konumdan kaynaklanan yanlış kabulleri, halasının kızı ve evlatlığı üzerinden ortadan kaldırmıştı. Bunun için halasının “Arap, asil ve beyaz kızı Zeyneb’i”, “Habeşli, azatlı köle ve siyah Zeyd” ile evlendirmişti. Böylece bu farklılıkların aile kurmaya bir engel teşkil etmediğini, fiilî olarak, yakınları üzerinden dile dolanacağını bile bile herkese göstermişti. İkisi boşanınca Allah, Hazreti Zeyneb’i O’nunla nikahlamış ve bu şekilde de evlatlık olgusu etrafında gelişen yanlışlıklara son verilmişti.
İnfak
Dinde Peygamber ve ailesine ayrıcalık yoktu. Zekât ve sadaka, diğer Müslümanlara düşerken, Peygamber ailesine haramdı. Allah Resûlü, şahsi malından infakta bulunurken ihtiyaç sahibi akrabalarına öncelik vermişti. Zira Kur’ân “yakın akrabaya sahip çıkmayı” emrediyor;[5]O da insanın kendi malından infakta bulunurken en yakınından başlamasının daha isabetli olduğunu bildiriyordu.[6]Fakat devlete ait değişik gelirleri ihtiyaç sahiplerine dağıtırken başkalarını öncelemiş ve akrabalarını liste dışı bırakmıştı. Hatta ihtiyaç içerisinde bulunan akrabaları bir şeyler talep ettiğinde, onların nazarlarını ahirete yönlendirmişti. Kuyulardan su çekmekten göğüsleri ağrıyan damadı Hazreti Ali ve un öğütmekten elleri kabaran kızı Hazreti Fatıma yanına gelip esirler arasından bir hizmetçi talep etmişti. Allah Resûlü, Suffe Ashâbı açlıktan iki büklüm olmuş kıvranırken kızı ve damadına hiçbir şey veremeyeceğini, esirlerin fidyesiyle o sahabîlerin ihtiyaçlarını karşılayacağını ifade etmişti. Ardından da en yakın akrabası bu iki sahabîye, namazdan sonra ve yatakta tesbihatta bulunmayı tavsiye etmişti.
Meseleleri Arz ve İzah
Allah Resûlü, yeri ve zamanı gelen bazı mevzuları, onların ciddiyetini ve ehemmiyetini, örnekler vererek izah ediyordu. Mesele hata, had ve haramlarla alakalıysa, örnekleri en yakın akrabaları üzerinden veriyordu. Zira bu örneklerde ism (günah) ile isim yan yana zikrediliyordu ki bu durumla kimseyi karşı karşıya getirmek istememişti.
Fetih sırasında Kureyş’in ileri gelen kabilelerinden Benî Mahzum’a mensup bir kadın, Fatıma bint-i Esved, hırsızlık yapmıştı. Bazı Kureyşliler, Hazreti Üsâme ibn-i Zeyd’i (radıyallahu anh) ikna edip aracı olarak Efendimize (aleyhissalâtu vesselâm) göndermişti. O gün itibarıyla 16 yaşında bulunan Hazreti Üsâme, gelip durumu arz edince, Adalet Peygamberi (aleyhissalâtu vesselâm) kıpkırmızı kesilmişti. Zira O’nun dünyasında hukuk ve hudud (Allah’ın çizdiği, aşılmaması gereken kırmızı çizgiler) hususunda hiç kimsenin dokunulmazlığı, ayrıcalığı yoktu ve olamazdı.
Akşam olunca Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) halkın huzurunda ayağa kalktı. Zira Fatıma bint-i Esved hadisesi, hâlâ kafalarda ıslah edilmesi gereken hatalı düşünceler olduğunu gösteriyordu. Önce Allah’a hamd u senâda bulundu. Ardından döndü ve hiçbir zaman hatırdan çıkartılmaması gereken şu hakikati beyan buyurdu: “Ey insanlar! Önceki ümmetlerin helak sebepleri, içlerindeki soylu ve şerefli kimselerin herhangi bir suç işlemesi halinde onlara ceza tatbik etmemeleri; zayıf ve sıradan kimselerin suç işlemesi durumunda ise onları cezalandırmalarıdır. Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki kızım Fatıma hırsızlık yapacak olsa, ona da gerekli haddi tatbik ederdim!”[7]
Adalet
Allah Resûlü hiçbir zaman akrabalarına ayrıcalık göstermemişti. Bilakis onları her zaman iradelerinin hakkını vermeye yönlendirmişti. Zira Peygambere akraba olmanın beraberinde getirdiği riskler de kazanımlar gibi iki kat daha fazlaydı. Mesela, Kur’ân; faraza suç işlemeleri halinde, Peygamber hanımlarının cezasını iki misli olarak belirlemişti. Aynı durum öteler için de geçerliydi. Onlar da herkes gibi nefsini Allah’tan satın almaya bakmalıydı.
Müslümanları yok etmenin fırsatını kollayan müşrikler, Müslümanların gasp edilen mallarını geri alma düşüncesiyle harekete geçen Allah Resûlü’nün Bedir’de karşısına dikilmişti. Yapılan geri dönün çağrılarına uymayınca, 70 kişiyi kalıcı olarak Bedir’de bırakmış bir o kadarını da esir vermişlerdi. Şirk ordusuna katılmak zorunda bırakılan Allah Resûlü’nün amcası Abbas da esirler arasındaydı. Ellerindeki bağın sıkılığı sebebiyle Efendimizin duyacağı şekilde inliyordu. Amcasının inlemelerinin Allah Resûlü’ne acı çektirdiğini haber alan ashâb-ı kirâm, amca Abbas’ın ellerini çözmüştü.
Adaleti ihya ile tavzif edilen Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) hadiseyi haber alınca derhal emir vermişti: “Çözün diğer esirlerin de bağlarını!” Zira yapılan muamele hem diğer esirlerin kafasında hem de esirler arasında yakınları bulunan askerlerin zihninde ayrıcalık tanıma şeklinde anlaşılabilirdi ki Allah Resûlü’nün uygulamalarında böyle bir şeyin söz konusu olması bile muhaldi.
Kendisi akrabalarını kayırmadığı gibi onların da kendisini kayırmasına izin vermemişti. Hac ve umre için Mekke’de bulunanlara zemzem ve şerbet ikramı, amcası Hazreti Abbas’ın uhdesindeydi. Veda Haccı sırasında tavafı bitirip zemzem ve şerbet içmek için yaklaştığında, Hazreti Abbas; oğlu Fadl’ı evine göndermişti. Şerbet herkese açık büyük bir kapta duruyor, kimi tasını kimi de avucunu daldırıp içiyordu. O’na el değmemiş kaptan şerbet ikram etmek istemişti. Durumu fark eden Allah Resûlü hemen müdahale etmiş ve her şeye rağmen herkesin içtiği kaptan kendisine ikramda bulunulmasını talep etmişti.[8]
İlk Müdahale
İçinde neşet ettiği toplumda güç, keyfilik ve nefsanilik hâkimdi. Bütün bunların tetiklediği ve beslediği, fert ve cemiyet hayatını ilgilendiren artık kanıksanmış birçok yanlış ve hukuksuz uygulama ve muamele oluşmuştu. İlk vahiyle beraber ideal, örnek ve güçlü bir yapı inşasına başlanmıştı. Problemleri bir bir ortadan kaldırırken sosyal gerçekleri de dikkate alıyor ve tedrici hareket ediyordu. O önde olduğundan akrabaları da vitrinde duruyordu. Bundan dolayı yanlışa ilk müdahaleyi hep kendi akrabaları üzerinden yapmıştı. Bu çerçevede kaldırdığı ilk faiz, amcası Hazreti Abbas’ınki, yine ilk kan davası da amcası Hâris’in oğlunun kan davası olmuştu.
Netice
Allah Resûlü’nün akrabalarıyla münasebette takip ettiği çizgi ve onlara muamelede ortaya koyduğu tavır, hepsinin gönlüne girmesine, onların İslam toplumu içerisinde dengeli bir şekilde yer almasına, bu hususta en ideal olanı yakalamak ve yaşamak isteyenlerin örnek alacakları bir ahlakın şekillenmesine vesile olmuştu. O, gördüğü şiddete ve bütün meşguliyetine rağmen hiçbirisiyle irtibatını kesmemiş ve onlarla ilişkisini en samimi şekilde sürdürmüştü. Hep dikkatli, adil ve açık hareket etmiş, asla yanlış anlamalara ve yorumlamalara kapı aralayacak bir davranışta bulunmamıştı. Bilakis insanların muhatap olduklarında zorlanacakları çoğu meseleyi ilk defa onlara açmış ve onlar üzerinden olması gerekeni talim buyurmuştu. Düşene ve düşkün olana yardım eli uzatırken umumun malından bir iğne bile vermemiş, ama şahsi imkanlarından hepsine ihsanda bulunmuştu.
Dipnotlar
[2]Buhârî, Edeb 15; Ebû Dâvud, Zekât 45.
[3]Buhârî, Edeb 11; Müslim, Birr ve Sıla 19.
[4]Buhârî, Rikâk 17; Ebû Dâvud, Tereccül 21.
[6]Ebû Dâvud, Edeb 119-120; Tirmizî, Birr ve Sıla 1.
[7]Buhârî, Hudud 11, 12, 14; Şehâdat 8, Enbiyâ 50, Fedâilu’l-Ashâb 18, Megâzî 52.