Hak’la irtibatı ve İslamî hassasiyetiyle “müşârun bi’l-benân” bir akrabü’l-mukarrabîn idi Üveys el-Karanî. Işık çağına ermiş, görülecekleri görmüş, kendini hâle halkaları içinde bulmuş, tâlii yâr, mazhariyetleriyle bahtiyarlardan bahtiyar, müteahhirînden olduğu halde mütekaddimîn ile hemhâl; Hak ve Hakk’ın elçisiyle irtibatı tam, amûdî (dikey) yükselişiyle hâledekilerle hemhudut, onların halleriyle hâllenmiş, nev’i şahsına mahsus dırahşan bir çehreydi o. Anne isteğine takılmış, ezanı duyduğu halde ön saftakilerin arasına girememiş ama kalbî ve ruhî hayat azmi ve hızı sayesinde herkes tarafından dikkat çeken biri haline gelmiş, halife-i rûy-i zeminden olağanüstü iltifat görmüş ve onlarla aynı duyguları paylaşan biri olma konumunu ihraz etmişti.
Hâle ile içli dışlıydı; o atmosfer içinde Hazreti Kamer-i Münîr’den gelen ışık tayflarıyla duyulmazları duyuyor ve alınabilecek her şeyi alıyordu.. duyup aldığı kadar da çevresine veriyor, ruha ve sırra uzanan güzergâhta yüzlercenin yolunu aydınlatıyordu. Duyup hissettiklerini çevresine duyurma heyecanıyla yaşıyor.. sürekli yaşatma duygusuyla oturup kalkıyor.. edip eylediklerini yetmezlikle değerlendiriyor.. tekrîm u tazimle yâd ediliyor ama fahre, gurura bütün bütün kapalı kalmada da sürekli bir mahviyet ve tevazu tavrı sergiliyordu.. Hakk’a içini döküp, inleme ve sızlanışlarıyla sabâ ritmi içinde, çevresine hep âh u efgân telkin ediyordu.. “Hayaline bile bulaşmamıştır!” diyeceğimiz, mazhariyetlerinin gereği sayıp gözünde büyüttüğü en önemsiz sisi-dumanı dahi devâsâ masiyetler şeklinde değerlendirerek kemâl emaresi mülahazalarıyla hep sızlanıp duruyordu.
İşte o içten gelen ciğersûz nağmelerden seleflerinin inilti fasıllarıyla birebir örtüşen, mazmun yörüngeli bir-iki resim; daha doğrusu deryaları peylemeye yetecek, melek soluklarına denk, “akrabü’l-mukarrabîn” âh u vâhı içtenliğini hatırlatan, cihânpaha birkaç damla:
“Ey yücelerden yüce Rabbim! ‘Tevekkül, teslim’ diyor, yardımını dileniyorum. Beni ne dünyada ne de ötelerde acz u fakr ve hiçliğimle başbaşa bırakma!.. Ey ezel-ebed Sultanı ve bugünlerin, yarınların, tüm zaman ve mekânların Rabb-i Rahîmi! Mücrim bir benden olarak şu yoksullar yoksulu halimle bârigâh-ı rahmetinin kapısı önündeyim. -Ey aziz ruh! Sen de yoksulsan, bilmem ki şu derbeder bendelere ne demek düşer? Ben bir şey diyemeyeceğim ama bir Hak dostu böylelerine ‘mezar-ı müteharrik bedbahtlar’ demeyi uygun bulmuş; haklı olsa gerek.- Zayıfım, derbederim, zelilim, esîrinim ve iflas etmiş bir çaresizim; Sen ise kapına yönelenlerin taleplerini vüs’at-i rahmetinle karşılayan sultanlar sultanısın!.. Gamım, kederim hadden efzun ama düşe-kalka yürüyen tasalı gönüllerin arzu ve isteklerini is’âf buyuran bir Cevâd u Kerim’in kapısı önündeyim. İsyanlarım sınırsız!.. -Neye isyan diyorsa?- Nezdindeki makbul ve mümtaz kulların arasında bulunma ümidiyle başım rahmetinin eşiğinde, bağışlanma recasıyla o kapının tokmağına dokunuyorum. -Ey seleflerini kalbî ve ruhî hayat derinliğiyle kendine imrendiren sır ve hafâ sultanım! Muasırlarının ve çevrenin seni numune-i imtisal görüp takdirler yağdırmalarına karşılık, bu sızlanışların idraklerimizi aşan ufkunun enginliğiyle bir vurulup dövünme mi; yoksa bağı kopmuş tesbih taneleri gibi sağa-sola saçılmış bencileyin bendegânlara mihraplarına yönelme tembihi mi?- Kusurlarımın affedileceği hicap ve heyecanıyla bârigâh-ı gufranına yöneliyor; bağışlanacağım ümidiyle yerlere yüz sürüyor ve ‘Ey Rabb-i Rahim’im!..’ diyorum… Nefsine zulmetmiş bir derbeder olarak gözlerim vüs’at-i rahmetinin kapı aralığında, gönlüm hususi teveccüh sağanağında, kabul edileceğim heyecanlarıyla gözlerim kapının açılacağı intizarında, Senden beklenenleri bekliyorum. Gerçi cürümlerim bî-hadd ü pâyân ama ehliyetimi bir kenara atıyor, ehliyet-i Rahmâniyene sığınıyor ve başım önümde özel iltifatlarını intizar ediyorum.”
“Yüce Rabbim, lâyüad ve layuhsâ hatalarımla, yönelecek başka kapı bilmeme iz’ânıyla, hemen her zaman Senin o herkese açık bulunan rahmet kapının önünde ebedlere kadar durma kararındayım. Rabbim! Şu bî-hadd ü pâyân hatalarımla bir kere daha Sana yöneliyorum; Sana yöneliyorum zira yönelinecek bir başka kapı bilmiyorum. Ey yüce Rabbim! Sen ululardan ulusun ve bir keremkânisin; bense zavallılardan zavallı bir bende. Sen etmezsen bu pür-melâl kuluna merhamet, kim elinden tutar onun? Sultanlar sultanı melce’im! Sen her şeyin ve herkesin mâlik-i hakikîsisin, kapı kulun ise sıradan bir bende; Sen lütuf buyurup kerem destine almazsan, ona kim inayet edebilir? Melce’im ve mesnedim! Sen yegâne aziz, bu fakir ise zillete maruz bir derbeder; Sen elinden tutmazsan, kim kurtarabilir onu bu mezelletten? -A kemal abidesi ve gözümün nuru, sen de zelilsen, söyler misin bizim içinde bulunduğumuz durumun adı nedir?- Mevlâm! Sen yücelerden yüce öyle bir Erhamürrâhimîn’sin ki, en büyük günahları irtikâp eden kapkara ruhlara bile afv u mağfiret kapılarını ardına kadar açık tutmakta ve تُوبُوا إِلَى اللَّهِbişâretiyle ümitleri şahlandırmadasın; ömrünü isyanlarla âlûde geçirmiş bu fakîr u hakîri de o kapıdan uzaklaştırma!..”
“Ey nihayetsiz rahmet ve şefkatiyle herkese teveccüh buyurup içlere inşirah salan Hannân u Mennân! Ben de Senin âciz ve düşe kalka bir kulunum; kabrin zulümât ve darlığından ve mukadder hesabın ağırlığından rahmetinin enginliğine sığınıyor ve ‘El-emân, el-emân!’ iniltileriyle Senden emn ü emân dileniyorum. -Bilmem ki, biz bu engin mülahazaların tesiriyle bir kerecik olsun bu şekilde Hakk’a iç döktük mü? Zannetmiyorum… Hazret ötelerdeki ürperten ahvali her yâd edişinde bir kere daha “El-emân, el-emân!” deyip inliyor.- Münker-Nekir’e cevab-ı savabda inayet ve teveccühünü bu düşkünden esirgeme!.. Ben, maruz kalacağım her dâhiyeye karşı ‘El-emân!’ deyip re’fet ü şefkatinin ümidiyle oturup kalkacağım. ‘El-emân, el-emân!’ makberin darlık ve zulmetinden.. Senin sıyanet seralarında korunmaya alınıp alınamayacağını bilmeyenlerin canları gırtlaklarında tir tir titreyip durdukları ürpertici ahval-i müthişe karşısında ‘El-emân, el-emân!..’ Zelzeleleri zelzelelerin takip ettiği, zeminin toz-duman haline geldiği, dağların hallaç pamuğu gibi savrulduğu, semaların rulolar şeklinde dürüldüğü, arz u semanın tebeddül üstüne tebeddüllerle zîr u zeber olduğu/olacağı hengâmda.. herkesin umumî bir ‘ba’s-u ba’de’l-mevt’ ile haşr u neşir süreciyle huzur-u kibriyâda toplandığı o gam üstüne gam evânında.. ins ü cin herkesin yapıp ettikleriyle yüz yüze geldiği kahreden tablolar karşısında.. hayatlarını küfür ve dalalet içinde geçirenlerin ‘Keşke toprak olsaydım!’ iniltileriyle sızlandıkları o nedâmet hırıltıları esnasında.. ve daha iç içe bir sürü dâhiyeler karşısında, bir kere daha içten ‘El-emân, el-emân!..’ Dünya hayatını isyan vadilerinde ve günah çirkefleriyle geçirenlerin hesaba çağırılmaları karşısında ‘Vay halime!’ anlamında yine ‘El-emân, el-emân!..’” Bunları deyip sızlanmalar heymânı yaşamıştı o masum-ı mukayyed âbide şahsiyet…”
O, bu iniltilerle yatıp kalkıyordu her zaman! Dil-dudak latîfe-i Rabbâniyenin emrinde hıçkırıp duruyordu her ân. O, bu mülahazalarla nefes alıp verdikçe, çevresinde de nur çağı şive ve deseninde diriliş meltemleri esiyor; hafif de olsa esnemeye durmuş bir kısım gönüller bu âh u zâr karşısında yeniden cana geliyor, resmedilen tabloları hayalen temaşa etme irfanıyla bir bir kıvama yürüyor ve o semavî nağmelerle bir inilti ve sızlanış korosu oluşturuyorlardı.
Keşke bu duygu, düşünce ve tahayyüllerin onda biri günümüzün müddeî Müslümanlarında da bulunabilseydi!.. Yuvalar bu uhrevi tabloları tahayyül ruh haletiyle kalben ve ruhen cana gelip de o yanıp yakarışlara ses katabilseydi!.. Dinî medâris ve külliyeler bu âh u efgâna bigâne kalmayıp onlar da bu örfâneye iştirak edebilselerdi!.. Kürsüler, mihraplar, minberler günlük aktüalitelerin tesirinden sıyrılarak “Bir nağme de bizden!” deyip o koroya katılabilselerdi!.. Ama ne acıdır ki, bugün, ev, çarşı-pazar, irşad yuvaları, hatta bazı halvethane, tekye ve zaviyeler de günlük dedikodu hırıltılarıyla inlemede.. yuvanın kendine has ruhu yoğun bakıma kaldırılmış.. ilim irfan müesseseleri oksijen tüpleriyle nefes alıp vermekte. Medâris-i âliyede kulaklar إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَile inim inim.. bazı tekye, zaviye ve halvethaneler musallada namaz intizarı içinde.. sokaklar zift çağlayanlarına rahmet okutturacak mahiyette.. ruhunu yitirmiş yığınlarda arama hissi tamamen uçup gitmiş.. umumî hissiyata tercüman kabul edilen jurnalleşmiş evrak-ı perişan şeytana zangoçluk yapma peşinde. Hâsılı ortalık toz-duman, kafalar karmakarışık.. ruhlar ve gönüller de ekstra ümide emanet. Ne güzel dillendirir Akif’imiz bu iç bulandıran tabloyu:
“Ne tüyler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş,
Ne din kalmış ne iman, din harâb, iman türâb olmuş,
Mefâhir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl,
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!..”
Keşke bunları görüp anlayan ve anladığını da dillendirebilen birkaç tane entelektüelimiz olsaydı!.. Heyhat! Onun fıkdânı da ayrı bir vesile-i hicran.
Şimdi isterseniz bu faslı da, 3. Mustafa merhumun şu dörtlüğüyle noktalayarak sızlanışlarımızla bir kere daha yutkunup kâriîn-i kirâma veda edelim:
“Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele,
Devleti, çarh-ı denî verdi kamu müptezele,
Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele,
İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lemyezel’e!..”