Topkapı’dan Dolmabahçe’ye Osmanlı

Allah, her şey için bir kader tayin etmiştir. Her canlı doğar, büyür ve eceli gelince ölür. Bu durum, kâinattaki değişmez bir kanun, yani Sünnetullahtır. Canlılar için böyle olduğu gibi devletler için de böyledir. Her devlet için bir doğumdan bahsedildiği gibi, bir gelişme ve ölümden de söz edilir. Tarih sahnesine çıkan herbir devlet kendisi için takdir edilen hayatı yaşamış ve sonuçta tarihin sayfaları arasında yerini almıştır. Kimi hayırla yâd edilirken kimi ise nefretle ve yaptıkları zulümlerle hatırlanmıştır.

Tavırlar Nazariyesi

İbn Haldun, Mukaddimeisimli eserinde, devletlerin çöküş sürecini tahlil eder. Ona göre devletler bir organizma gibi doğar, büyür, gelişir ve ölürler. Devletlerin bu şekilde çöküşüne giden yolu tavırlar nazariyesiyle izah eder. Bu nazariyeye göre, bir devletin ömrü beş devreden oluşur:

Birinci Devre(Oluşum):Zafer, başarı, galibiyet ve istila dönemidir. Hükümdar bu dönemde tebasıyla tek bir vücut gibidir. Tebaası onu sever, o da tebaasını sever ve onlara kaldıramayacakları işleri yüklemez.

İkinci Devre (Güçlenme):İstibdat dönemidir. Bu dönemde hükümdarda benlik duygusu ortaya çıkar ve yaşadığı lüks ve debdebeli hayata aldanır. Tebaasına karşı güveni azalır. Kendisine şirin gözüküp dalkavukluk yapanları yanına almaya başlar.

Üçüncü Devre (Gelişip Yükselme):Hükümdardagörülen olumsuz davranışlar bu devrede daha da belirginleşir. Hükümdar tebasını artık hiçe saymakta ve sadece ordusuna güvenmektedir. Devlet, çeşitli nimetler içinde yüzmektedir ve ilim ve sanatta ilerlemenin doruk noktasına ulaşılmıştır.

Dördüncü Devre (Duraklama):Kanaat, hoşgörü ve barış içinde yaşama dönemidir. Bu dönemde diplomatik ilişkilere ağırlık verilir ve diğer devletlerle barış içinde yaşamanın yolları araştırılır. Yöneticiler, tebadaki çözülmenin farkındadırlar, ancak alışkanlıklarından da taviz vermezler.

Beşinci Devre (Gerileyip Çökme): Bu devreye devletin israf ve yağma edilme dönemi da denilebilir. Bu durum yöneticilerle sınırlı kalmamış halka da sirayet etmiştir. Devlet, rayından çıkmış bir trene benzer. Artık şifa bulamayacağı müzmin bir hastalık devleti kuşatmıştır ve sonunda yıkılıp çökmesi mukadderdir.

İbn Haldun’a göre devletler, bütün bu devreleri bir neslin ortalama ömrü olan kırkar yıllık üç kuşakta (toplam 120 yıl) kateder ve bu süre sonunda Sünnetullah gereği çökerler. Ne var ki problemler zamanında farkedilip tedbirler alınabilirse belki yıkılması geciktirilebilir.[1]

Şanlı Devirler

Farklı milletlerin değişik zamanlarda yaşadıkları şanlı dönemler olmuştur. Milletimizin hayatında da Osmanlı dönemi, böyle şanlı bir devreyi ifade eder. Onun, bilhassa ilk 150 senelik döneminin apayrı bir yeri vardır. Osman Gazi Hazretleri hayatını bir çadırda geçirmiş, her türlü imkâna sahip iken tıpkı Hülefa-yı Râşidin gibi sade bir hayatı tercih etmiştir. Hayatının neredeyse tamamını at üzerinde geçirmiş olan Orhan Gazi Hazretlerinin durumu da ondan geri kalır değildir. Birinci Kosova Muharebesi’nde şehit düşen Murad Hüdavendigâr vefatı esnasında, “Attan inmeyesüz!” diyerek atalarının yürüdüğü yoldan, safvet ve samimiyetten geri durulmaması gerektiğini vasiyet etmiştir.

İstanbul’un fethine kadar korunan bu safiyet ve samimiyet, fetihten sonra yavaş yavaş kaybedilmeye başlandı. Her devletin bir ömrü olduğu gibi Osmanlı’nın da bir ömrü vardı ve Sünnetullah gereği bu ömrünü tamamlayacaktı.

Osmanlı da ilk dönemlerde sahip olduğu i’la-yı kelimetullah ruhunu ve adalet düşüncesini belli bir döneme kadar muhafaza etmişti. Ne var ki bu ruh ve düşünce, zamanla yıpranmaya, eski parlaklığını kaybetmeye başladı. Gaye-i hayallerin yerini zamanla maddî vesileler aldı. Ancak Osmanlı’yı büyük yapan şey, 120 senede yıkılması mukadder görülen hayatının tam 600 sene devam etmesiydi.

Topkapı ile Dolmabahçe Arasındaki Fark

Topkapı, Osmanlı’nın altı asırlık tarihinin dört asrı boyunca, devletin idare merkezi olarak kullanılan ve Osmanlı padişahlarının yaşadığı saraydır. Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478’de yaptırılmıştır. Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar devletin idare merkezi ve Osmanlı padişahlarının resmî ikametgâhı olmuştur.

Cihan hâkimiyetine giden yolda önemli bir adım olan İstanbul’u fethetmiş bir hükümdarın yaptırdığı saraydır Topkapı. Onu görenlerin aklına muhtemelen, “Bu kadar sade bir yapıya saray denir mi?” sorusu gelir. Bu devirde, dıştaki fetihlerin yanı sıra içlerini de fetheden ecdadımız, gösterişli binalara ihtiyaç duymamış, gayelerine ulaşan yolda vesilelere takılmamışlardır.

Metafizik gerilim yitirilince, hem içte hem de dıştaki fetihler durmuş, artık bir gerileme ve çöküş dönemi başlamıştı. Bunun en büyük göstergesi, yeni yapılan saraylardı.

Abdülmecid 1839’da tahta çıktığında, Mısır sorunu, Nizip yenilgisiyle çıkmaza girmişti. Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya, verdikleri ortak bir notayla Mısır sorununun kendilerine danışılmadan çözülmemesini istemişlerdi. Bu notanın kabul edilmesiyle Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerinin güdümü altına girmiş oldu. Bu sırada mâli durum da iyice çıkmaza girmişti. Savaş giderlerini karşılamak üzere ağır şartlarda alınan dış borçların hazineye getirdiği büyük bir yük vardı. Devlet, Kırım Savaşı sırasında ilk kez dışarıdan borç almak zorunda kalmış, takip eden senelerde üç kez daha borçlanmaya gitmişti. Bunun yanısıra Beyoğlu sarraflarından alınan borçlar da 80 milyon altın lirayı bulmuştu.

Sarayın borçları ise, Dolmabahçe’nin yapımı için alınan 5 milyon altınla birlikte üç milyon kese altına ulaşmıştı. Ödenemez hale gelen bu borçların Maliye Hazinesi’ne devredilmesiyle birlikte zaten zor durumda olan devlet ekonomisi iyice iflasın eşiğine gelmişti. Maliye, memur maaşlarını üç veya dört ayda bir ödemek zorunda kalmıştı.

İnşaatı 1856 yılında tamamlanan Dolmabahçe Sarayı, 43 salon ve 285 odadan meydana gelmektedir. Duvar ve tavanları, devrin Avrupalı sanatkârların tabloları ve tonlarca ağırlığında altın süslemelerle dekore edilmiştir. Önemli oda ve salonlarda, her eşya aynı renk tonlarına sahiptir. Bütün zeminler birbirinden farklı, çok süslü ahşap parkelerle kaplıdır. Birçok yerde meşhur Hereke ipek ve yün halıları serilidir. Avrupa ve Uzak Doğu’nun ender dekoratif el işi eserleri, sarayın her yerini süsler. Pek çok odasında kristal avizeler, şamdanlar ve şömineler bulunur. Saray bu haliyle mevcut hiçbir sarayda bulunmayan bir zenginlik ve ihtişama sahiptir. Dünyada, en büyük balo salonuna sahip olan saray Dolmabahçe’dir. Bu salonun 36 metre yüksekliğindeki kubbesinde, ağırlığı 4,5 ton olan devasa bir kristal avize asılıdır.

Kaderin garip bir cilvesidir ki Sultan Abdülmecid, yapımı 15 sene süren ve 5 milyon altına mal olan Dolmabahçe Sarayında 22 senelik saltanatının sadece son beş yılını geçirebilmiştir. Kendisinden sonra ekonomiyi tam bir iflas hâlinde devralan Sultan Abdülaziz devrinde, sarayda israf son haddini bulmuştur. 5000 kişinin hizmet verdiği sarayda yıllık masraf, 2 milyon sterline ulaşmaktaydı.

Osmanlı’nın bu gerileme ve çöküş döneminde sadece Dolmabahçe Sarayı yapılmamıştır. Ondan yaklaşık 50 yıl önce, Sultan III. Selim, Yıldız Sarayı’nı yaptırmıştır. Sultan Abdülazizdöneminde inşa edilen Beylerbeyi Sarayı ise 1865 yılında tamamlanmıştır. Aynı dönemde yapılan Çırağan Sarayı da Avrupa devletlerinden borç olarak alınan 4 milyon altınla 1871 yılında tamamlanmıştır.

Nasılsanız Öyle Yönetilirsiniz

Dönem itibariyle saray ve çevresinin durumu bu iken halkın da onlardan pek farkı yoktu. Osmanlı toplumunda ahlâkî çöküntünün en hissedilir olduğu dönemlerden biri 16. asrın sonlarıdır. Diğer bir dönem ise, Yeniçeri Ocağı’nın en fazla bozulduğu 18. yüzyılın sonlarından ocağın kaldırılmasına kadar geçen yıllardı. Bu dönemde Yeniçeriler o derece yoldan çıkmışlardı ki sokaklarda alenen gayr-i ahlâki davranışlarda bulunuyorlardı.[2]

Diğer taraftan, Kanuni dönemine kadar devlet kurumlarında yayılma imkânı bulamayan rüşvet ve yolsuzluk, özellikle Rüstem Paşa döneminde, devletin bütün kurumlarında sıradan bir hale gelmişti.

Dönem itibariyle Osmanlı’nın içinde bulunduğu ekonomik duruma ve yaygınlaşan rüşvet ve yolsuzluğa dair birçok eser kaleme alınmıştır. Bunlar arasında; Lütfi Paşa’nın Âsafname, Koçi Bey’in Risale, Hazarfen Hüseyin Efendi’ninTelhîsü’l-Beyan fî Kavânîn-i Âl-i Osmanve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Nasâihu’l-Vüzera ve’l-Ümeraisimli eserlerini sayabiliriz.

Dış fetihle birlikte içte de bir fetih yaşanıyorsa, Cenab-ı Hak, o devlete ve millete izzet nasip eder ve inayette bulunur. İktidarlar içten içe çürümeye başladığında, sureten parlak görünmeye çalışsalar da yıkılışları kaçınılmaz olmaktadır.

Dipnotlar

[1]İbn Haldun, Mukaddime, c. lI, çev. Zakir Kadiri Ugan, İstanbul: M.E.B. Yayınları, 1968, s. 444-447.

[2]Yetkin, Aydın, “II. Meşrutiyet Dönemi’nde Toplumsal Ahlâk Bunalımı”, Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmaları Dergisi, 2011, sayı: 6.

Bu yazıyı paylaş