Keramet ve İkrâm-1

Sözlükte şeref, izzet, büyüklük mânâlarına gelen “keramet”; lütuf, ihsan, cömertlik, anlamındaki “kerem” kelimesiyle aynı kökten gelir. Istılahta keramet ise; lüzumu anında, bazen isteyip dilemekle, bazen de irade ve talep söz konusu olmadan, evliya, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn hazerâtına Rahman ü Rahîm’in hususî bir utûfetinin unvanı olagelmiştir. Enbiya-i izâm hazerâtının nübüvvet davalarını tasdike matuf Allah’ın yaratmasıyla onların ortaya koydukları mucizelerin, o zevât-ı kirâma tebeiyyet-i tâmme ile ittiba edenlerin elinde zuhur eden, zılliyet planında, harika türünden bir örneğidir keramet. Dilemeye bağlı veya dilemeden Hak yaratmasıyla meydana gelen böyle harikulade şeylere mazhar olan, nur-i nübüvvetle serfiraz “ehlullah” diyeceğimiz o yüce kâmet zevat da “sahib-i keramet” unvanıyla yâd edilegelmiştir.

İlimleri Hak’tan, marifetleri O’nun farklı bir teveccühü bu mümtaz kimselerin ilim ve irfanlarının, kalbî ve ruhî hayata yönlendirmeye, aşk u iştiyak-ı likâullaha tevcihe, O’nu âleme sevdirmeye, gönüllerde iman ü iz’an meşalesi tutuşturmaya, rıza ve rü’yet-i Hak arzusu uyarmaya, bu konularda “im’ân-ı nazar”a ve bunlarda da devam ve temâdîye vesile olması şeklindeki harika zuhurata “keramet-i ilmiye” denegelmiştir ki, bu türden bir ikram-ı ilâhî, Cenab-ı Hakk’ın sevdiklerine en büyük ihsanı olsa gerek…

Bunun yanında tekvînî mahiyette olağanüstü harikalar da “keramet-i kevniye” diye anılagelmiştir ve avam nazarında daha ziyade câlib-i dikkat olmasına rağmen erbabınca keramet-i ilmiyeye nispeten ikinci derecede addedilmektedir. Hîn-i hâcette böyle bir harikanın ortaya konması, dinî-içtimaî bir faydaya bağlı ve hedeflerin en yücesinin gönüllere ve dillere duyurulmasına vesile ise -irade şart-ı âdî- böyle bir tasarruf matlup ve mergup olmasına mukabil, şahsın kendini ifade etmesi adına ortaya konmuşsa merduttur ve istidraç olma ihtimali söz konusudur.

Hâsılı, gönülde Zat-ı Ulûhiyet mülahazasını tetikleyecek, rü’yet ve rıdvan aşk u iştiyakına vesile olacaksa, Hak’tan gelen bu türlü eltâf-ı ilâhiye yine O’na müteveccih değerlendirildiğinden konu dönüp dolaşıp keramet-i ilmiye kutsal zeminine oturacaktır. Aksine, bunun berisindeki bazı istek ve taleplere iktiran eden keramet, Hazreti Kerim ü Mükrim’in teveccühlerinin israfı sayılmalıdır ve sayılmıştır. Sahib-i keramet, farkına varmadan böyle bir çizgi kaymasına düştüğünü fark ederse, hemen o his ve ihsaslarından sıyrılıpإِلَهِي أَنْتَ مَقْصُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي“Allah’ım yegâne maksudum Sensin ve matlubum da rızandır.”diyerek, gerçek kulluk yörüngesine yönelme azm ü ikdamında bulunmalıdır.

Bu mülahaza, Hakk’a dilbeste “ârif-i billâh” olanların vird-i zebanlarıdır. Evet, onlar, gözleri hemen her zaman O’nda ve “seyr ilallah” yolunda.. sürekli zahirden bâtına geçme iştiyakıyla metafizik gerilim içinde.. كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ“İnsanlar arasında sıradan bir insan ol.”his ve şuuruyla yüzleri hep yerde.. seyr ü seferleri O’na doğru kanatlanma yönünde olması itibarıyla devamlı haşyet soluklamada.. hedefin müteâl ve âlî himmete vâbeste olması açısından yürüdükleri yolun hakkını verememe endişesiyle tir tir.. dillerinde يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَniyazı, “Ey kalbleri evirip çeviren Rabbimiz! Bizi dinde berkarar kıl.”ve “Halimizi en güzel ahvale tahvil buyur.”deyip durmakta.. kayma korkusuyla canları dudaklarında.. bulundukları marifet ufkundan daha derin ufuklara doğru durmadan kanat çırpmakta… Böyleleri, engin bir muhabbet ve zevk-i ruhânî hissiyle, gözleri ne O’ndan gelen harikalara takılır, ne de mazhar oldukları mevhibeleri, ikramları, kerametleri kendilerinden bilirler. Aksine, tevazu ve mahviyetle iki büklüm, her an daha derince bir şuurla الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا“Bunları bize lütfeden Allah’a binlerce hamd ü sena olsun!”der, temkin nağmeleriyle inler.. ibadet, ubudiyet seralarına sığınır.. ve sürekli Hak gözetiminde olma şuuruyla hep O’nu yâd eder dururlar. Gönüllerinde her şeyi O’ndan bilme iz’ânı, dillerinde

“Her şey Sen’den, Sen Ganî’sin

Rabbim Sana döndüm yüzüm,

Hem Evvel’sin, hem Âhir’sin

Rabbim Sana döndüm yüzüm.”

ahd ü peymânıyla nefes alır verir ve her sözlerini O’nunla noktalarlar.

Hak dostları, keramet-i ilmiyeyi bu mülahazalar çerçevesinde değerlendirip, ilm ü marifetle doğru orantılı ilahî ahlakla tahalluka bağlamış; onu maiyyet iştiyakıyla taçlandırma cehdi içinde bulunmanın farklı bir unvanı görmüş; hal ve temsil ile başkalarını da O’na yönlendirme his ve heyecanıyla oturup kalkma şeklinde yorumlamışlardır ki, bence ilm-i ledün ve faydalı ilim de bu olsa gerek. Konunun âbide şahsiyetleri mevzuu bu çerçevede dillendirmiş ve talim ü taallümün gayesi bildikleri Hakk’ı tanıtıp sevdirmeyi binlerce ezvâk ve keramete tercih etmişlerdir. Böylesine O’nu sevip sevdirmeyi gaye-i hayal edinmiş adanmış ruhlar, bütün bütün kalben ve hissen mâsivâdan kat’-ı alaka etme derinlikleriyle Hakk’ın mevârid ve has teveccühlerini de, gönülleri rü’yet ve rıdvana yönlendirme adına birer “avans” gibi görerek her an daha derin bir ihsas ve ihtisasla kendilerini sıfırlama ve sürekli Sonsuz’u işaretleme himmetinde bulunmuşlardır ki, işte bu yol bir hıllet yoludur; çekirdek itibarıyla Hazreti Halîl’ür-Rahman’ın, semeredâr bir şecere-i mübareke unvanıyla da Hazreti Ruh-u Seyyid’il-enâm’ın (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Hakk’a vusulde yanıltmayan şehrâhı ve “fenâfillâh”, “bekabillâh” zirvesinin de nurani bir helezonudur.

Dünden bugüne, bu güzergâhı takip eden Hak erleri, kalb, ruh ve sır enginlikleriyle bütün bütün efkâr-ı mâsivâdan sıyrılmış, ciddi bir tevhîd-i kıble mefkûresiyle onun dışında her şeye karşı kapanmış, dünya ve ezvâkını zehirli bir bal gibi görmüş, dahası rü’yet ve rıdvan dışı ötelerin bütün cazibedâr güzelliklerini de birkaç adım geriye çekerek kendilerine husûf ve küsûf yaşatmama azm ü ikdamı içinde bulunmuşlardır; bulunmuş ve “Yâr, Yâr!..” deyip inlemişlerdir. Şeyh Galip ne hoş dillendirir bu koçyiğitlerin kalb, ruh ve sır meyelânlarını:

“Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği,

Âşık-ı dilhastenin gönlündeki dildârıdır.”

Böyle bir ufku ihraz eden gönül erleri mütemadiyen bu duygularla oturur kalkar; Hazreti Kerim ü Mükrim’den gelen bu tür tecellileri dahasına iştah açma sayarak ötelerden ne bayıltıcı tecelliler sağanağıyla mest ü mahmur olur ve ne baş döndüren bestelerle sermestiler yaşarlar; yaşarken de ciddi bir mahviyet ruh haletiyle,

“Değildir bu bana layık ben bir bende,

Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!.”

der; bu eltâf sağanağının bir istidraç, öldüren bir şerare olabileceği endişesiyle de tir tir titrer, yerlere yüz sürer ve “Yetmez!” deyip içten içe kendilerini sorgulamaya dururlar.

Bu yazıyı paylaş