Hazreti Adem’den (aleyhisselam) gelen âdemiyet, rûh-i küllî itibarıyla, hakikat-i Ahmediye’nin (aleyhissalâtü vesselam) bir nüvesi; âlem-i ceberut açısından, nurânî bir çekirdek, bir filiz ve bir fide; âlem-i mülk ve hâricî vücûd zaviyesinden ise, Ebu’l-beşer Hazreti Safiyyullah (aleyhisselam)’dır. İnsanların “âdem” ve “benî âdem” olarak anılması da bu mübarek iltisaktan ötürüdür.
Âdem kelimesinin, hakaik-i camianın bir mebdei ve menşei olması hususunu ilmullaha havale etmenin uygun olacağı mülahazasıyla, biz burada -irade ve meyelân şart-ı âdî- âdemiyetin sergilediği keyfiyet/keyfiyetler üzerinde durmak istiyoruz; istiyoruz zira o, iyiye ve kötüye müheyya iç donanımı, eğilim ve temayülleriyle “a’lâ-i illiyyîn” ve “esfel-i sâfilîn” arasında gel-gitlere açık; inişleri ve çıkışlarıyla bazen melekleri imrendirecek tavırlar sergilemesinin yanında, bazen de şeytanları tiksindirecek şenî ahvâliyle arzî ve semâvî varlıklar içinde özel anatomiye sahip çok buutlu bir varlıktır. Bu hususiyetiyle yer yerأَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي“Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur.”hakikat-i uzmâsının gölgesinde, onun tam bir nüve-i nuranîsi sayılan Hazreti Safiyyullah zıllinde ve izinde meleklerle at başı bir enginlik sergilerken, bazen de değişik olumsuzluklar girdabı sayılan hata ve nisyana açık tabiatının dürtüleriyle şeytanları güldürecek durumlara sürüklenmektedir.
Yerinde o, hakikî âdem tavrıyla dudak ısırtmış; bir de bakmışsın âdemiyet gidip sûrîliğe takılarak bir başka hal almış.. yerinde maiyyet ve muhabbet soluklarıyla ruhânîlerle postnişin olmanın yanında yalpa yapıp hevâ-i nefsin güdümüne girerek şeytanlardan bir şeytan olmuş.. yerinde dünya ve mâfîhâyı ayağının altına alarak imrendirici bir sıçramayla “Hâle”dekilerin hâliyle hallenip kendini aşarak ilklerin ufkuna ulaşmış ve âdem-i mukarreb pâyesini ihraz etmiş.. bir an da gelmiş tepetaklak esfel-i sâfilîn patikasına yuvarlanıvermiş…
Enbiya-i izâm da masumiyet ve masûniyet-i mutlakalarıyla şecere-i âdemiyetin semereleridirler ama misyonlarıyla mebsûten mütenasip donanımları, ekstra fazl-ı hususiye mazhariyetleri sayesinde, basar ve basiretleri hemen her zaman “Şemsü’ş-şümûs”ta ve gölgeleri arkalarında, zerre inhiraf yaşamadan yürümüşlerdir ebedî mihraplarına doğru. Bu hususiyetleri itibarıyla onlara, hakikî âdem ve “âdem-i nebevî” denegelmiştir ki, mebde-i mümtazları açısından “akl-ı evvel”, “nur-i mukaddem” nüve-i nuranîsinin semere-i mübarekeleri olarak baş döndüren bir kıvam sergilemişlerdir.
Âdem-i nebevî çizgisinde göz kamaştıran ve gönüllerde lâhûtî ritimler hâsıl eden bu mümtaz ve mübeccel simaları, en başta onlara tâbiiyyet-i tâmme ve sadakat-i kâmile ile iktidâ edenler, daha sonra da bu dırahşan çehreleri bire bir izleyen, mukarrabîn pâyesini ihraz etmiş ekstra mazhariyet kahramanları ve o nuranî hâleye müteveccih azm u ikdamda bulunan evliya, asfiya, ebrâr ve mukarrabîn takip eder ki; bunların adet ve keyfiyet derinliklerini Allah bilir; bilinenlere karşı saygılı olma da bize düşer. Şimdi görüp bilememe ve kıymet-i harbiyelerini belirleyememedeki sis-duman bize ait, onları takdir ve tebcil edebilenlerce bazılarını işaretlemeye geçebiliriz: Başta sadakat âbidesi Hazreti Sıddık-ı Ekber’i (radıyallahu anh); hakkı-bâtılı birbirinden tefrik donanımıyla ve mercûhun râcihe tereccühü pâyesiyle Hazreti Ömerü’l-Faruk’u (radıyallahu anh); iffet ve ismet âbidesi şehîd-i âzam Hazreti Osman-ı Zinnûreyn’i (radıyallahu anh) ve vilayet silsilesinin eşsiz serkârı, şâh-ı merdan, haydar-ı kerrâr, damad-ı Nebî Hazreti Ali’yi (radıyallahu anh) zikredebiliriz. Burada bu ilk güzidelerden özür dileyerek “Aşere-i Mübeşşere, Ehl-i Beyt-i Resûlillah ve Ashâb-ı güzîn” deyip Hâle’nin diğer halkalarını işaretleyebiliriz…
İlk gözdeleri ve güzideleri “âdem-i insânî” açısından Tâbiîn-i kirâm hazerâtı takip etmektedir. Ondan sonra ise “Yol bu, yöntem bu!..” deyip aşk u iştiyakla kanatlanarak maiyyet ve teveccüh heyecanıyla, gözleri hep Hâle’de “Hel min mezîd!” şehsuvarı evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîni yâd edebiliriz.
Her şeyi “mahiyet-i nefsü’l-emriye”siyle bilip zevk etmeye teşne bu âbide “âdem-i insanî”ler her zaman ilâhî nefehât peşinde.. gönüllere Hakk’ı duyurup sevdirme dellallığıyla serfirâz.. geceleri, “Vuslat, vuslat!..” iniltileriyle “şeb-i arûs” hülyalarına emanet.. her tavır ve davranışları O’nu hatırlatan mücellâ birer ayna.. dilleri gönüllerinin güdümünde sürekli Mahbûb-u Ezelî’yi hecelemekte.. arkalarındakileri inhirafa sevk etme endişesiyle kalbleri tir tir.. afv u mağfirete mazhariyetlerini onların arasında bulunmayla irtibatlandırmış.. ötelere ve öteler ötesine ulaşmayı tâliplerinin hâdimi olma mahviyet ve hacâletine bağlamış.. ekstra varidât ve füyuzât dalgaları karşısında mütemadi istidraç endişesiyle oturup-kalkmış.. başları Hak kapısının eşiğinde, sürekli kalbleri durduracak derinlerden derin bir heyecanla, “Ne olur, müstahak olsam da kovma kapından!” mülahazalarıyla âh u enîn edip inlemiş.. dağlar cesametindeki iman, amel-i sâlih, marifet, muhabbet ve zevk-i ruhanîlerini istidraç olabileceği endişesiyle ürpertilerle karşılamış.. en büyük mazhariyet ve varidatlarını hamd u senâsız bırakmamanın yanında, olanlara bir nîm-i nigâhla bakmış ve katiyen bunları gözlerinde büyütmemiş.. görüldüklerinde yüzlerce gönül “Allah” deyip şahlandığı halde onlar olup bitenleri görmezlikten gelerek -mukarrabîn ufku itibarıyla neye hata deniyorsa- onu düşünüp,
“Ger beni bu günahlarla tartarsa Rahman,
Kırılır arsa-i mahşerde mizan.”
demiş ve sızlanmış.. çevrelerince takdir edildiklerinde de konuyu onların hüsn-ü zannına vererek,
“İnkisara uğratmasın Hak sizi benimle!..
Sarılma lütfetsin Sünnete iki elimle!”
sözleriyle kesip atmış ve Hak karşısında hep iki büklüm yaşamışlardır.