Nasıl Ayağa Kalkarız?

Şu süreçte Hizmet Hareketi mensupları öncelikle kendilerini ve bulundukları beldelerdeki hizmetleri maddî/manevî nasıl ayakta tutabilirler? Son bir kaç yıldır başımızda değirmen taşı gibi döndürülen hadiselerin elemi, kederi içindeyiz. Mağdur, mevkuf, mescun ve mazlum kardeşlerimizin dertleriyle dertleniyoruz. Hicret edilen beldelere katılımlar hızla artıyor, fakat iki üç yıldır aile birleşimini bekleyen kardeşlerimiz de var. Ümidimizi bir an olsun yitirmeden heyecanla geleceğe bakmaya devam etmemiz gerekiyor. Herkesin merak edip sorduğu soruların başında bu soru geliyor. Zira herkes ayakta durmakta zorlanıyor. Kaybedilen şeyler elem veriyor ve geçmişe olan özlemi artırıyor. Davaya, kişilere ve yöntemlere karşı acımasızca eleştiriler yapılıyor. Ayrıca zulmü yapan zalimlere atıfta bulunup herkes kendini savunup tezkiyede bulunabiliyor. Bunlar bize ait ve elimizi uzatıp düzelteceğimiz şeyler değildir. Hizmet fertlerine düşen şey; bu işte payımız olduğu gerçeğidir, eksiklerimizi tespit edip tamamlamadır. Dertleri, tasaları paylaşmanın da ötesinde bir özeleştiri ile durum tespiti yapıp bu durumdan kurtulmanın planını yapmaktır. Eğer bu değerlendirme yapılmazsa kurtulma mümkün olmayacaktır.

Dünya şimdiye kadar pek çok zulümlere, felaketlere, afetlere, çarpışmalara sahne olmuştur. Dermansız dert, çözülmemiş problem yoktur. En önemli şey problemleri sağlıklı olarak tespit edebilmek ve çözümü için bizzat irade ortaya koyup müspet çabalara omuz vermektir. M. Fethullah Gülen Hocaefendi,1977 tarihli, “Altın Nesil” konferansında hizmet düsturlarını şöyle sıralıyor: muhabbet, hamle ve murakabe… Hizmet mensupları bu ilkelere tekrar sahip çıkarsa ayağa kalkar ve bütün problemlerini çözebilirler çünkü bu Hareket; muhabbet, hamle ve murakabe üzerine kurulmuştur.

İlk olarak muhabbet; dostuna, düşmanına karşı mürüvvetli hareket etmektir. Merhamet etmek gerekir, eşyaya ve canlılara… Rahmet öyle bir şeydir ki insanın manevî terakkisine vesile olur. Şimdi sıralayacağım sebeplerden dolayı muhabbete ihtiyacımız var. Birbirimize şefkat nazarı ile bakmak, merhamet etmek ve muhabbet fedaisi olmak zorundayız. Yoksa ayağa kalkamayız. Zorda kaldığımızda kimse imdadımıza yetişmez. Birbirimize ihtiyacımız var. Eğer aramızdaki muhabbet ve uhuvveti tesis edebilirsek bunu başarabiliriz. Hadiselerin dehşeti, hislerimizdeki kesafet, dengesiz-ölçüsüz refleksler vermemize sebep oluyor. Bununla hem kendimize hem de çevrimize zarar veriyoruz. Ayrıca, psikolog Dilek Bengü’ye göre özellikle çocuklarımız biz farkında olmadan bir göç travması yaşıyor. Psikolog Ahmet Akbulut ise şunları savunuyor: Yaşanmakta olan hadiseler; zihin dünyası, davranışları ve inançları yeni yeni gelişen çocuklarımızı olumsuz etkiliyoruz. Biz konuşur ve eleştirirken farkında olmadan İslam, Müslüman üzerinden eleştiri yapınca, mukaddesata ait şeylere zarar veriyoruz. Çocuklarımızı yetiştirirken onları bekleyen üç tehlike var. Kendi ülkemizden getirdiğimiz eksik ve yanlışlar. Diğer Müslüman toplumlardan görüp öğrenecekleri İslam’a ait olmayan bozuk itikat ve amel. Üçüncüsü de içinde yaşadığımız baskın kültürün serazat, kural tanımaz hayatı. Çocuklarımıza bu ülkelerde okulda, çarşıda, pazarda, komşuda gördüğü yanlışı, bir şekilde izah edebiliriz. Ama aynı yanlışı bir Müslüman yapınca demek ki Müslümanlıkta bu varmış diyebilir. Onlar yapıyorsa ben de yapabilirim şeklinde aynı din, aynı kültür diye düşünüp etkilenmeleri daha kolay olabilir. Özellikle vatanından göç etmek zorunda kalan, hayatı sıfırlanmış çocuklarımızın dilinde ve zihninde “Müslüman” kimliğinin ve “İslamî” bazı kavramların zulüm mevhumuyla birlikte kullanmasından dolayı Müslümanlara tepki var. Zira çocuklar hayatlarını onların çaldığını, aileyi onların parçaladığını, geleceğini onların kararttığını, anne veya babasını, yakınını onların hapsettiğini düşünüyor. Olayların oluşturduğu negatif “dindar”, “Müslüman”, “İslamcı” tablosuna bizim her vesileyle söyleyebileceğimiz olumsuzlukları da eklersek bu çocuklarda din, İslam, Müslümanlık namına olumlu bir şey kalmayabilir. Bunlardan dolayı hem birbirimize hem de diğer Müslümanlara karşı merhamete ve muhabbete ihtiyacımız var.

İkinci olarak hamle düsturunu ele alıyoruz: Hamle aksiyondur, harekete geçmedir, çırpınmadır, gayret etmedir. Aksiyon bir fetihtir. Fakat önce kendi gönlünü fethetme, sonra da başkalarını kurtarmaya çalışma gayretidir. Problemlerimizi çözme çabaları olmadan hamle yapmamız mümkün görünmüyor. Bu konuda Yusuf sȗresinde bahsedilenleri kendimize örnek alabiliriz. Ali Bulaç şunları dile getiriyor: Yusuf sȗresinde küçük bir çocuğun başından geçen, katlanılması zor olaylar anlatılmaktadır. Haset, “ateşin odunu yakması” gibi üvey kardeşlerinin içini yakmış, onları olmadık komplo ve desiselere sürüklemiştir. Ne var ki ilahî takdir hükmünü icra edecek, doğru yolda giden kazanacaktır. Kuyudan esir pazarına, saraydan zindana ve arkasından yönetimin en tepesine uzanan ibretli bir yolculuk ve bir kavmin, İsrailoğullarının bölgede takip edeceği mucizevî bir güzergâh anlatılıyor. Bu yolculuk kavmin tarih boyunca geleceğini etkilemiştir. Hazreti Yusuf (aleyhisselâm) gibi kendi iç dünyamızdaki problemleri çözmeliyiz. O bir çocuktu masumdu, ama istikbaldeki peygamberlik potansiyeliyle problemlerini çözebilmişti. Biz de nuranî kaynaklar ve istişare yardımıyla yaşadığımız problemleri bir an önce çözmeliyiz. Kardeşlik duygusunu geliştirmeliyiz. Sürekli gelişen bir kardeşlik, bir birlik…

Efendimizin Medine’de kurduğu kardeşlik asırlarca böyle devam etmiş bütün medeniyetler bu vahdet üzerine kurulmuştur. Fethullah Gülen Hocaefendi, 1977 yılında Çorum’da verdiği Altın Nesil konferansında şunları dile getiriyor: “Kurtuluşa hep aynı yoldan gidilir. Her şeyin bir erkânı vardır; yemek yemenin su içmenin… Çilenin erkânı ise onu kimseye söylememe, çileyi mukaddes bilip paylaşmama, söylememedir. Çile tatlı bir şeydir. Çileyi çekmeyenler zannederler ki çile çeken mustariptir.”

Mekke’de eza ve cefa doruğa ulaşmıştı. Bütün ashab inim inim inliyordu. Bir gün Yâsir, dolu dolu gözlerle Allah Rasûlü’nün yanına giderek çektiği eza ve cefaları anlattı. Bunun üzerine Allah Rasûlü, dua beklentisine karşılık; “Sabredin ey Yâsir ailesi!” diye buyurdu. Hazreti Habbâb, Ümmü Enmar lakaplı müşrike bir kadının kölesiydi. Demirciydi, kılıç yapardı, körükle ateş yakar, vaktinin çoğunu ateşin başında geçirirdi. Arabistan’ın 50 dereceyi aşan sıcağı ile körük ateşi birleşince çekilmez bir hal alırdı. Efendimiz Hazreti Hâbbab’ı çok sever, zaman zaman yanına çağırır, hususi iltifatta bulunurdu. Bunu öğrenen kadın, kızgın demiri, Hazreti Habbâb’ın boynuna sürterek ona işkence yapıyordu. Daha sonra da henüz 15-20 yaşlarında bir genç olan bu büyük sahabi, boynuna kızgın demirler takılarak kavurucu güneşte bırakılmış, sırtına yakıcı taşlar konulmuş ve bu şekilde derisi eriyinceye kadar işkence edilmişti. Bu işkence türünü anlayabilmek için Arabistan şartlarını bilmek gerekir. Eğer çıplak ayakla çöl kumuna, toprağına, taşına temas ederseniz ayaklarınızın altı yanıp kavrulur. Gölgede muhafaza ettiğiniz metal eşyalarınıza bile el süremezsiniz. Bir gün Hazreti Habbâb, Efendimize, kendisini dağlayan Ümmü Enmar hakkında şikâyette bulunmuştu da Şefkat Peygamberi; “Allah’ım, Habbâb’a yardım et!” diye dua buyurmuştu. Habbab diyor ki “İşte böyle eza ve cefa tahammül edilemeyecek bir hâl almıştı ki Allah Rasûlü’nün yanına tekrar gittim. O, Beytullah’ın gölgesinde bürdesine bürünmüş oturuyordu. ‘Yâ Rasûlallah, dua etmez misin, Allah bizi bu eza ve cefadan halas eylesin!’ dedim. Bu dileğimden memnun olmadı. Kaşlarını çattı ve bana tembih edalı bir tonla şöyle dedi: “Siz de eza ve cefaya mı maruzsunuz? Sizden evvel fert, inandığından dolayı alınırdı, hendeğin içine atılırdı. Testere ile ortadan kesilirdi. Sonra da demir taraklarla eti kemiğinden ayrılırdı da o kişi dininden dönmezdi. Allah bu işi tamamlayacaktır ama siz acele ediyorsunuz.”

Üçüncü olarak murakabe düsturunu ele almalıyız. Murakabe, kişinin kendisini sürekli kontrol edip hesaba çekmesi demektir. Öncelikle neden dünyaya saçıldığımızı ve başımıza gelenlerin sebebinin ne olduğunu bilmeliyiz. “Siz şükredip iman ettikten sonra Allah ne diye sizi cezalandırsın ki? Gerçekten Allah şükredenlerin mükâfatlarını bol bol verir ve her şeyi hakkıyla bilir.” (Nisa, 4/147).

Hepimiz Türkiye gibi bir ülkede yetiştik. Yetiştiğimiz çevrenin hastalıklı bir toplum olduğunu biliyoruz. Kendimizi o toplumdan ayrı tutamayız. Şu süreç murakabe ile nefsimizi ve içinde bulunduğumuz toplumu bize iyice öğretmiş olmalı. Rahmetli Nurettin Topçu; üç yerde insan kendini tanır derdi. Tövbede, zalimin kahrı altında ve son nefesinde…

İslâm dini bir avuç insanın, Allah Rasûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) inanması ve inandıkları değerlere hicret etmesiyle dünyayı değiştirmiştir. Biz de inandığımız değerleri yaşamak ve yaşatmak zorundayız. Avukat ve sosyolog Lütfi Bergen, Twitter hesabından şunları paylaşmıştı; “Allah içtimai değişim ve dönüşümü siyasal değişimlerin neticesine bağlamaz. Eğer bağlamış olsaydı Hazreti Musa, firavun öldüğünde kral olurdu. Faziletli bir toplum doğduğunda dünyayı değiştirecektir.” Kendini değiştiremeyen ise hiç bir şey değiştiremez.

Asım Köksal, İslam Tarihiisimli eserinde şu olaydan bahsediyor. Medine’de Ensar arasında Kuzman adında, çoluksuz çocuksuz, garip bir adam vardı ki kendisinin kimlerden olduğu bilinmezdi. Kendisi, savaşlarda gösterdiği kahramanlıkla tanınırdı. Çok güçlü, kuvvetli idi. Kuzman, Uhud savaşına Müslümanlarla beraber gitmemişti. Çocuklar ve kadınlar ona şöyle dedi: “Ey Kuzman! Erkekler savaşa gitti, sen geride kaldın ha! Ey Kuzman! Sen şu yaptığın şeyden utanmıyor musun?” Kuzman evine girdi. Yayını, sadağını ve kılıcını alıp Uhud´a gitti. Savaş henüz başlamamış, Efendimiz Müslümanların saflarını düzeltiyordu. Çarpışma başlayınca, Müslümanlar içinde, ilk ok atanın Kuzman olduğu söylenir. O gün öyle çarpıştı ki müşriklerden sekiz veya dokuz kişiyi öldürdü. Kendisi de ağır şekilde yaralandı. Savaş bitince evine getirildiğinde şehit olacağı düşüncesi ile herkes tebrik ediyordu. “Ey Kuzman! Cennete gireceğin için sana müjdeler olsun!” dediler. Kuzman; “Vallahi, ben ancak kavmimin şerefi için çarpıştım! Eğer anlattığınız şey için olsaydı, çarpışmazdım! Vallahi, ben ne cenneti umarak, ne de cehennemin ateşinden korkarak çarpıştım! Ben ancak kavmimin şerefi için çarpıştım!” Yarasının ağrısı şiddetlenince de kendisini öldürmek için ok çantasından bir ok aldı ve intihar etti. Kuzman´ın bu hareketi Efendimize anlatılınca Efendimiz;“O cehennemdedir!Allah dinini yüceltmek ve yükseltmek için bir racul-ü facire bile hizmet ettirir” diye buyurdular.

Eğer hadiseleri iyi okuyabilirsek, Hizmet düsturlarına harfiyen riayet edebilirsek ayakta durabiliriz. Hazret Yusuf kıssasında, başına gelenlere rağmen; muhabbet, aksiyon ve murakabe ile despot ve adaletsiz bir düzeni, bir Peygamberin ıslah edip ayağa kaldırılmasına, dönüştürülmesine şahit oluyoruz. Eğer bir ıslah hareketi isek özümüze dönmemiz gerekir. Kuzman olayında da bizler için önemli ipuçları var. Dinini Allah bir şekilde yüceltir ve yükseltir. Fakat bizim yerimiz nedir ve biz kimiz? Önemli olan budur. Güçlü toplumlar güçlü fertlerden oluşur. Zaman su gibi akıp gidiyor. Hepimizin bir iç fethe ihtiyacı varsa bunu bugün değil de ne zaman yapacağız? Olayları muhabbet, aksiyon ve murakabe filtrelerinden bir daha geçirmeli, kendimizi, çocuklarımızı, ailelerimizi ve Hareketi ona göre geleceğe hazırlamalıyız. Allah Teâlâ Kur’an’da dine yardım vaat ediyor. Eğer biz gerçek müminler topluluğu olabilirsek, başımıza gelen olaylar, bu hâl üzere kalmayacaktır. Zaten dünyanın acıları ve tatlıları sürekli değildir. Ebedî saadet ise ahirettedir.

Bu yazıyı paylaş