Beyan bir anahtarsa, o anahtarla açılan ışıktan dünyanın adı gönüldür. Her sözün kıymeti onun gönül ile irtibatıölçüsündedir. Bence dil ve dudakla ifade edilen şeyler sadece gönül beyanının bir gölgesinden ibarettir. Ne var ki, Hak kelâmının bir izdüşümü sayılan gönül dilini de ancak ona açık duranlar ve ondan yükselen nefesleri duyanlar anlarlar. Mantık, muhâkeme, üslup, meânî kurallarına riayet söz cevherinin önemli unsurlarıdır.. evet, beyanın birer rengi, deseni, şivesi kabul edilen hakikat, mecaz, teşbih, istiâre, kinaye… gibi esaslar söze derinlik katan mühim hususlardandır. Her biri ayrı bir süsleme ve sözü sevdirme sanatı sayılan “muhassinât-ı lâfzıye”den cinas, seci’, iktibas… gibi hususların ve “muhassinât-ımâneviye”den tevriye, tıbak, mukabele, hüsn-ü ta’lîl… türünden unsurların ifadeleri renklendirip bediî bir derinliğe ulaştırdığıda muhakkak. Ne var ki, temelde beyanı beyan yapan, onun gönül diliyle irtibatı ve iç ihsasların sesi-soluğu olmasıdır.
Lâfızlar mânâların kalıpları olmaları itibarıyla, bir yere kadar meânî, beyan, bedî’ –şimdilerde bu tabirlere biraz yabancıolabiliriz– kural, kaide ve disiplinlerinin de önemli oldukları söylenebilir; ancak, beyanda aranan gerçek zenginlik ve enginliğin kalb ve ruhun derinliklerinden fışkırıp ortaya çıkmasıyla “mebsuten mütenasip” olduğu da bir gerçektir. İmandan kaynaklanan bir heyecanla mızrap yemiş bamteli gibi inleyen gönüllerdir ki, dinleyenler üzerinde mütemâdî tesir icra eder ve bir aşk u alâkaya vesile olurlar.
Aksine, vicdan mekanizmasına mâl edilememiş, gönül diliyle seslendirilememiş ve hal şivesiyle renklendirilememiş bütün söz ve beyanlar ne kadar yaldızlı olsalar da yine de ruhlar üzerinde mütemâdî tesir icra edemezler. İnsanın iç dünyası her zaman mamur, mabetler gibi pırıl pırıl, arş-ı rahmete açık ve hep O’nunla münasebet heyecanı içinde bulunmalıdır ki, onun dillendirdiği mânâ ve mazmunların çevredeki akisleri de derin ve mütemâdî olsun; gönül gözleri kapalı, ruhu bedenî ve cismanî ihtirasların baskısı altında bulunan birinin başkasına edip eyleyeceği fazla bir şey yoktur. Hayatlarının her faslında O’nu görüyor gibi davranan, O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla oturup kalkan, -Kur’ân ifadesiyle- nerede bulunursa bulunsun, O’nun hâzır ve nâzır olduğunu soluklayan ve görüldüğünde Allah’ı hatırlatan dırahşan çehrelerdir ki, her zaman inandıkları kadar inandırıcı olmuş; hakikatleri ve “Hakikatü’l-Hakaik”ı hissettikleri kadar çevrelerine de duyurabilmiş ve hep sinelerde yankılanan bir ses ve soluk olagelmişlerdir.
Kendi özünden habersiz, mahiyetindeki derinliklere karşı bîgâne, Hak’la münasebetlerinde gerilerin gerisinde birisi oturup kalkıp bülbüller gibi şakısa, dil döküp çevresine destanvârî şeyler sunsa da kat’iyen hiçbir gönle giremez, hiçbir kimse üzerinde müessir olamaz. Çok güzel konuşabilir, konuşmalarıyla teveccüh ve iltifat da toplayabilir, ama muhatapları üzerinde kalıcı bir tesir uyaramaz ve kat’iyen onları Hakk’a yönlendiremez. Allah, kendisine yönlendirmenin şifreli anahtarını gönül diline ve hal şivesine armağan etmiştir. Bugüne kadar ruh ve gönülden yükselmeyen ve insan ledünniyatına ulaşamayan kuru bilgiler, söz ebelikleri, heva ve hevesleri şahlandıran dil ve akıl oyunlarıyla bir şeyler yaptıklarını sananlar kendilerini avutmuş, başkalarını da aldatmışlardır ama kat’iyen sinelerde sürekli yankılanan bir ses ve soluk olma bahtiyarlığına erememişlerdir. Ses-soluk, dil-dudak, kalem ve parmak iç ihsasların emrinde olmalıdır ki, söz gerçek değerine ulaşabilsin.