Gönül erleri her zaman söze gerçek değerini kazandırma peşindedirler. Onlar ağlarını gerer, sürekli iç ihsaslarını ve gönüllerinden fışkıran mazmunları avlamaya çalışır, vicdan mekanizmasından vize almayan mülâhazalara kapalı durur, kalblerinden nebeân etmeyen sesler-sözler bülbül nağmeleri gibi dahi olsa onları içlerinin farklı bir derinliğinde unutulmaya terk eder ve o kabîl mülâhazalar karşısında sürekli sessizlik murakabesi yaşarlar. Gönüllerinden fışkırdığına emin bulundukları ve hak mülâhazasına bağlı dillendirdikleri mefhumlar aklın zahirî nazarında zehir bile olsa, onları gönül dilinden yükselmeyen, hal şivesiyle renklenmeyen kevserlere tercih ederler; tercih ederler, zira onlar nefsanî ve cismanî huzur peşinde değillerdir; mülâhaza dünyalarına bağlı yürüdükleri yolda bin türlü mahrumiyet ve mağduriyet söz konusu olsa da, onlar hep gönül ibrelerinin gösterdiği istikamete müteveccihtirler ve gerektiğinde bütün bütün kendilerini unutmaya, hatta “ömür billâh” yâd edilmemeye hazırdırlar. Ne nam u nişan ne şöhret ü şan ne de servet ü sâmân peşindedirler. Edip eylediklerine karşı sürekli vefasızlık görseler veya hep mahrumiyetlere maruz bırakılsalar da ne alınır, ne gönül koyar ne de kimseyi vefasızlıkla suçlarlar. Böyle davranmayı inançlarının gereği, yürüdükleri yolun da hususiyeti sayar; karşılaştıkları olumsuzluklara bir “eyvallah” çeker ve yol almaya bakarlar bu peygamberler şehrahında.
Tarih boyu bütün Kur’ân talebeleri hep böyle düşünmüş ve bu güzergâhta yürümüşlerdir. Dün ve bugün o nurânî şehrahın yolcuları o yolun sonsuz rehberinin takipçileri olmaya ant içmiş, hep sevgi soluklamış, başkalarına karşı aşk u alâka mırıldanmış, herkesi kardeşlik hisleriyle kucaklamış, -Bediüzzaman ifadesiyle- kâinata “mehd-i uhuvvet (kardeşlik beşiği)” nazarıyla bakmış, konuşurken gönül dilleriyle konuşmuş, konuştuklarını hal şivesiyle renklendirmiş ve fânileri Bâkî’den ayıran noktaya ulaşmış, his ve heyecanlarıyla hep bir farklılık resmi çizmişlerdir.
Bunlardır ki, çevrelerindeki en küçük işaretlerde bütün varlığın ruh ve mânâsını duyar; duyduklarını çehrelerindeki imalarla, gözlerindeki mânâlarla şekillendirir; var olmadaki derin sırları ledünnî bir sezişle sezer ve kalbin tepelerine sağanak sağanak boşalan mânâları birer “mâide-i semâviye” gibi karşılaştıkları herkese tattırmaya çalışırlar.. dolaşırlar vadi vadi, inançlarında filizlenen güzellikleri sunacak sineler ararlar.. ve buldukları her müstaid ruhla âdeta bir bayram yaşarlar. Duygularında gayet masum, en büyük başarılar karşısında bile iddiasız, her türlü beklentiye karşı kapalı; ama pürneş’e ve püriştiyaktırlar.
Gece-gündüz hep bir sır peşindedirler.. sırlarını paylaşma onların en büyük emelidir. Gönüllerinde duyduklarıyla gönüllerde heyecan uyarmaya çalışırlar.. âşina sinelere duygudan-düşünceden, sesten-sözden matbaa mürekkebi görmemiş güftesiz besteler sunarlar. Soluk soluğadırlar yaptıkları işin heyecanıyla; ne yeis ne de keder, ne tereddüt ne de inkisar; yudumlarlar amel ve aksiyonlarının zevkini ve lezzetini edip eyledikleri işin içinde ve aramazlar başka bir ücret aradıkları gibi ruh bilmez ve gönül bilmezlerin. Sunarlar gönüllerinde mayaladıkları ruhu, mânâyı ve o zevkine doyulmaz mârifet ve muhabbeti. Ön yargılı değilse kimse kurtulamaz bu büyülü seslerin birer inşirah çağlayanı gibi gönül yamaçlarında çağlamasının tesirinden; kimse kurtulamaz sinelere çarpıp insan benliğinde yankılanan bu ledünnîliğin cazibesinden…
Gökler ötesi ifadelerin akisleri sayılan bu tesirli gönül beyanlarına karşı hiç kimse alâkasız kalamaz. Biz hemen tesirini görmesek de gönülden fışkıran, hâlle farklı bir şiveye ulaşan bu beyan âbideleri bugün olmasa da yarın mutlaka ona açık kalbler üzerinde tesirlerini gösterecek, vicdan sistemlerini bütün derinlikleriyle tesir altına alacak.. ve bir gün şuuraltı müktesebât hâline gelmiş bu vâridât, çok küçük bir tedâîyle de olsa ortaya çıkarak en alâkasız ruhlara bile kendi boyasını çalacaktır.
Evet, bugün ne gönül diliyle söylenen sözler ne de hâl şivesiyle seslendirilen beyanlar kat’iyen zayi olmamaktadır. Şimdilik zihinler onları birer disket gibi kaydediyor, şuur değerlendiriyor, mantık ve muhakeme besleyip büyütüyor ve yeni kalıplara, yeni şekillere ifrağ ediyor, sonra da onları bir “vakt-i merhûn”a emanet ediyor. Mevsimi gelince belki de kalbin o sihirli beyanları, hâlin ruhlar üzerindeki o silinmez izleri ne duyulmadık şeyler ne görülmedik güzellikler ifade edeceklerdir..!