Sürgün Edebiyatı

Nazi Almanya’sından kaçan yazarlar, 1933 ile 1945 yılları arasında yaşadıkları zulmü, sürgüne gittikleri ülkelerde kaleme almışlardır. Başta Thomas ve Heinrich Mann kardeşler ile Bertolt Brecht olmak üzere önemli birçok yazarın sürgündeki tecrübelerini yansıtan ve Sürgün Edebiyatı olarak isimlendirilen bu dönem, edebiyat bilimciler tarafından, yukarıda anılan yıllar arasında başlamış ve bitmiş bir tarihî süreç olarak ele alınmıştır.

21. yüzyılın başlarında da doğduğu toprakları terk etmek zorunda bırakılma konusunda eserler verilmiştir. Günümüzde siyasî, etnik ve dinî sebeplerle ferdi veya toplu göçlere sık sık şahit olmaktayız. Vatanını terk edip başka ülkelere mülteci olarak sığınmak mecburiyetinde bırakılan insanların sayısı hiç de az değildir.

Sürgün Edebiyatına dair araştırmalar 1970’li yıllarda başlamıştır ve bu araştırmalarda büyük ölçüde Almanya’dan sürgün edilen veya zulümden kaçan, gittikleri ülkelerde eserlerinde Alman kültürünü tanıtma gayreti içerisinde olan yazarlar incelenmiştir.[1] Buna örnek olarak sığındığı Amerika’ya, “Ben neredeysem Almanya orasıdır diye meydan okuyan Thomas Mann ve onun bu meydan okumasını aslında kimsenin önemsemediğini bizzat yaşayarak tecrübe edip “Benim olduğum yer Almanya değil, benim olduğum yer sürgün” sözleriyle yazıya döken Schönberg örnek verilebilir.[2] Heinrich Mann, kardeşinin aksine şöyle ifade etmektedir sürgünü: “Vatan mı? Milletlerin sonu, dünya üzerinde dağılıp yayılması, budur başımıza gelecek olan! Ya ben, kendim? ‘Kendim’ diye bir şeyim yok.[3] Bertold Brecht’e göre sürgün kişi, iki güç arasında sıkışıp kalmıştır, bunlardan ilki insana gurbet olmuş bir vatan, ikincisi ise hiçbir zaman vatan olamayacak bir gurbet. Bunu, yazdığı şiirlerinden birinde şu şekilde dile getirir:[4]

“Huzursuzca, öylece bekliyoruz, sınırlara oldukça yakın yerlerde,

Geri döneceğimiz günü bekleyerek,

Sınırların ötesindeki en ufak değişikliği bile dikkatle izleyerek […]”

 

1990’li yıllardan itibaren yeni bir bakış açısıyla, sadece vatanından sürgün edilmek ve kendi kültürünü gittiği ülkelerde tanıtmak yerine yazarlar, gerek sosyokültürel açıdan gerekse ilgili ülkenin şartlarına entegre olmaya dair eserler vermeye başlamıştır. Böylece yazarlar, yabancı oldukları bir kültüre ait tecrübeleri, edebiyat yolu ile okurlarına aktarmaya başlamışlardır. Bu ikinci dönemde verilen eserler ışığında, günümüzde yaşanan globalleşme ve göç olgusuna dair çeşitli araştırmalar yapılmaktadır.[5]

Almanya’nın önde gelen Sürgün Edebiyatı araştırmacıları da onu kültürel bir etkileşim aracı olarak ele almaya başlamışlardır.[6] Böylece geleneksel Sürgün Edebiyatı araştırmaları, yerini o dönemde dikkate alınmayan kültürel etkileşimlerin, bir kültürden öbür kültüre zamanla aktarılan unsurların ve kişilerarası iletişimde ortaya çıkan kültürel değiş tokuşların araştırılmasına bırakmaya başlamıştır. Dikkat çekici başka bir husus ise, Sürgün Edebiyatında verilen eserlerin günümüz için birer belge niteliğinde olduğu gerçeğidir.[7] Bu belgeler, çok uzun zaman geçse bile o dönemde yaşanan zulümleri ve acıları bizlere yeniden hatırlatmaktadır. Nitekim Müslümanların, yaşadıkları beldelerden, zulüm ve şiddetten uzaklaşmak için hicret etmeleri de bir sürgüne gidiştir. Bu hicretlerde yaşadıkları acıları ve çıkarıldıkları beldelere olan hasretlerini, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başta olmak üzere, Ashâb-ı Kiram da dile getirmişlerdir.

Kâinatın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm), Bedir Savaşında öldürülen Ebu Cehil, Utbe, Şeybe gibi müşriklerin atıldığı çukurun başına gelerek uğradığı zulmü şöyle dile getirmiştir: “Sizler Peygamberinize karşı ne kötü bir topluluktunuz! Sizler beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz beni yurdumdan çıkardınız, başkaları ise bana kucak açtılar. Siz benimle çarpıştınız, başkaları ise bana yardım ettiler. Şimdi Rabbinizin vadetmiş olduğu azabı gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben Rabbimin bana vadetmiş olduğu zaferi gerçekleşmiş buldum.”[8]

Mukaddes Hicretin ardından sahabe efendilerimizden bazıları da zorla çıkarıldıkları beldelere olan hasretlerini ifade etmişlerdir. Mesela, Bilal-i Habeşî (radiyallahu anh), Mekkeli olmasa da Mekke’ye olan özlemini şu sözlerle dile getirmiştir: “Ah Mekke! Acaba sana bir kere daha kavuşabilecek miyim? Ah Nur Dağı! Seni bir daha seyredebilecek miyim?”[9]

Habeşistan’a hicret eden sahabiler arasında da yaşadıkları acıyı ve zulmü dile getirenler vardır. Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulup aradığı emniyet ve huzuru Habeşistan’da bulan Abdullah b. el-Hâris b. Kays es-Sehmî, diğer Müslümanları da uğradıkları zulümden kurtulmaları için hicrete teşvik etmiştir:

“Be Hey Yolcu! Bir mektup ulaştır benden,

Allah’ın ve dinin mesajını ummakta olan kimseye,

Allah’ın kullarından baskıya uğrayan herkese,

Mekke içinde kahrolan ve de fitneye uğrayan (herkese).

Biz Allah’ın yeryüzündeki diyarlarını geniş bulduk,

Zilletten, onursuzluktan ve hor görülmekten kurtaracak (kadar),

Öyleyse siz de ikamet etmeyin,

Hayatın zilleti onursuzca bir ölüm ve güveni olmayan bir eksiklik üzerinde.”[10]

 

Hâlihazırda Hizmet Hareketinin maruz bırakıldığı cebri hicret; Sürgün Edebiyatı perspektifine yepyeni bir bakış açısı kazandırabilir. Hicreti veya sürgünü bizzat yaşayan Hizmet erleri, yeni vatanlarının kültürel değerlerini kendi tecrübeleriyle harmanlayıp önemli eserler verebilir. Bu sayede Sürgün Edebiyatının günümüze kadar gelmiş olan etnik veya siyasî unsurlarından farklı olarak, yeni bir mefkûre tanıtılmış olacaktır.

Dün dünya çapında yaşanan sürgünleri belgeleyen eserlerin bugün çok geniş kitleler tarafından okunduğu, araştırmalara ve tarihî hesaplaşmalara vesile olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bugün Hizmet erlerine ve onların şahsında ülkemize ve dinimize reva görülenler kaleme alınmak suretiyle yakın gelecekte tarihe şahitlik edecek ve yaşanılan zulmü bütün gerçekleriyle dünya çapında gözler önüne serecektir. Nitekim değerli eserler verilmeye başlandı bile. Tarihe not düşmek adına, hicret şehitlerinden merhum Halil Dinç beyefendinin kaleme aldığı şiiri örnek olarak verelim:

Geçtim Meriç’ten

 

Dünyam bir el çantasında

Yok oldu bir mazi hiçten

Acı, zorlu talihime

Gülerek geçtim Meriç’ten

 

Tarihin başından beri

Yaşanan, bitmeyen göçten

Yok kimseye imtiyazı

Bilerek geçtim Meriç’ten

 

Bir zehirden iftirayı

Duydum sen say ki baldıran

Kırk beş yıllık hatırayı

Silerek geçtim Meriç’ten

 

Sırtımda bir urba ardan

Kalbim güvercin yüreği

Hem serden geçtim hem yardan

Geride mağmum dostlarım

Dolarak geçtim Meriç’ten

 

Tohumlar bıraktım orda

Semaya ser çeksin diye

Bebek, anne, yağız yiğit

Rahim Allah’a hediye

 

Hicret, evet bakiyesi

Hicranlı duygular, içten

Vatana son bakış, yaslı

Bir akşam geçtim Meriç’ten

 

Dipnotlar

[1] Doerte Bischof, Susanne Komfort-Hein, Vom anderen Deutschland zur Transnationalität. Diskurse des Nationalen in Exilliteratur und Exilforschung, Exilforschung, Ein internationales Jahrbuch, Bd. 30: Exilforschungen im historischen Prozess, München 2012, s. 242–273.

[2] Sandra Narloch, Sonja Dickow, Das Exil in der Gegenwartsliteratur, Aus Politik und Zeitgeschichte, nr. 42/2014, s. 15–21.

[3] Sabine Becker, Transnational, interkulturell und interdisziplinär. Das Akkulturationsparadigma der Exilforschung, D. Bischoff; S. Komfort-Hein (Anm. 2), Berlin 2013, s. 49–69.

[4] Jeremy Adler, Das bittere Brot. H. G. Adler, Elias Canetti und Franz Baermann Steiner im Londoner Exil. Göttingen: Wallstein 2015.

[5] Narloch ve Dickow, a.g.e.

[6] Katharina Gerstenberger, Culture and Nation: Michael Lentz’s Pazifik Exil, Günther Grass’s Das Treffen in Telgte, and Christoph Ransmayr’s Die letzte Welt, Gegenwartsliteratur, 9 (2010), s. 243–262.

[7] Doerte Bischoff. Review of, Literatur und Exil. Neue Perspektiven. H-Soz-u-Kult, H-Net Reviews. January, 2012.

[8] M. Asım Köksal, c. 9. Akt: İsmet Macit. Çile Toprağında Yeşeren Bahar. 2019.

[9] Buhârî, Menakibu’l-Ensar, 46.

[10] İbn Hişâm, Sîretu’n-Nebi, I; Mehmet Yılmaz, Asr-ı Saadet Arap Şiirinde Habeşistan’a Hicret, ÇOMÜ İFD, 2017/10, 84.

Bu yazıyı paylaş