İnanan Gönüller

İnsanlık almış başını kinle, nefretle bir yere gidiyor. Herhalde buna “yuvarlanıyor” demek daha uygun olur.. neticenin ne olacağını ve bu gidişin nereye varacağını şimdiden kestirmek oldukça zor. Çok kötümser davranıp âkıbetin Cehennem olduğunu söylemek doğru olmasa da, Cennet demek de biraz fazla iyimserlik olsa gerek. Sineler öfkeyle atıyor, gururlar çifteli, düşünceler paramparça ve muhakemeler de derbeder. Diyalog arayışları fevkalâde sun’î ve çıkar hedefli; tartışma ve münazara meclisleri âdeta birer harp meydanı, birer ateş hattı ve birer vahşi arena.. toplumu değişik kamplara bölmek ve kitleler arasıgerilimi artırmak için gerekli her şey var. Tavırlar kaba, ifadeler mütecaviz, yığınlar birbirine karşı müsamahasız. “Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî-medlûl; / Yalan rayiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul…” Sevinen düşmanlar, ağlayan da milletimiz.

Bu gidişe “dur” demek ve bu yuvarlanışı önlemek için sevgiyle çarpan, müsamaha ile oturup kalkan sinelere ihtiyaç var.. kendini insanlığın dünyevî-uhrevî mutluluğuna adamış “Gözümde ne Cennet sevdası, ne Cehennem korkusu; milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım.”[1] diyebilecek inanmış ve seven sinelere…

Sevgi, insan ruhuna hitap eden sözsüz-kelimesiz evrensel bir lisandır. O, gönülleri büyüleyip kendine çeken, hiç kimsenin hatta en vahşi ruhların bile karşı koyamayıp teslim olduğu sihirli bir güç kaynağıdır.. evet böyle bir güç kaynağıdır ve hiçbir şeyden anlamayan bedevîler bile, onun o yumuşaklardan yumuşak munis dilinden mutlaka bir şeyler anlar ve mest olurlar.

Sevgide peygamberane tesirin güç ve sihri vardır. O, kendine mahsus beyanıyla benliğimizin enginliklerine yağmaya başlayınca, onunla anlatılmak istenen şeyleri ruhumuzun bütün derinliklerinde duyar ve verilecek mesajı hemen kabullenmeye hazır hâle geliriz.

Gönüller sevgiyle attığı, çehreler samimiyetle tüllendiği ve gözler kendilerini o büyülü tebessümlere saldığı zaman, insan hiçbir şey konuşmasa da, derunundaki kitabı bütün fasıllarıyla, bablarıyla muhataplarına intikal ettirmiş sayılabilir.

Sevginin sesi soluğu, samimiyet ve sıcaklığın derecesine göre, hemen ekseriyetle hislerimizi coşturur ve bizi itimattan teslime, teslimden kabule, kabulden güvene yükselterek ruhlarımıza en beliğ hitapların, en meşhur kitapların anlatamayacağıen enfes mânâları fısıldar.

Sevginin müphem nağmeleri gönül yamaçlarında her zaman bir bülbül sesi gibi duyulur ve bir beşik ninnisi safvetiyle bütün benliğimizi sarar.. hem öyle bir sarar ki, onun karşısında sevinçten, neş’eden, bir çocuk gibi diz çöküp hıçkıra hıçkıra ağlayasımız gelir.

Sevgi, o sımsıcak anne kucağı gibi havası ve her kapıyı açabilen anahtarlar gibi büyüsüyle, bütün varlığın usâresini ve her türlü ledünnî alâkanın mânâsını gönüllerimize boşaltan bir sihirli musluktur. O saf musluktan akan muhabbet kevserini duyabildiğimiz ölçüde, duygularımız öylesine şahlanır, ruhlarımız o denli heyecanlanır ve köpürür ki, benliğimizin tavanıdelinip de göklerin ebedî neşvesine erecekmişiz gibi oluruz.

Gönüller, sevginin dirilten havasını teneffüs ettikleri, sevgi çağlayanlarında arındıkları, sevgiyle sarmaş dolaş oldukları, sevgi kokladıkları ve sevgi solukladıkları nispette, insan olmadaki engin derinlikleri duyar ve duyurur; sonsuzluğa namzet olmanın sırlarını kavrar ve sevginin derinliğine göre muhabbet ve alâka halkaları genişleye genişleye topyekûn varlığı kaplar; hatta gider ta sonsuza ulaşır, sonsuzun rengini alır ve her yerde “O’ndan ötürü” deyip çevresine sevgi ve iltifat yağdırırken, her yerde bundan ötürü aranan, sevilen biri hâline gelir.

Sevgi, bizden önce de vardı. O, insanoğlunu varlığa uyaran ilk nağme ve içinde sallandığı ilk beşiktir. Biz burada, sevgi adına, eski bir perdenin yeni bir şivesini, eski bir nağmenin yeni bir usûlünü, az bir telaffuz farkıyla, basit bir üslup kaydırmasıyaparak, kin, nefret, iğbirar ve üslup çığırtkanlığını tadil eder mülâhazasıyla bir kere daha mırıldanmak istedik.. kim bilir, bundan sonra da daha niceleri, yeni bir ifade farkı ve yeni bir seslendirme ile ne ateşten nağmeler mırıldanacak, ne yanık türküler söyleyecek ve şehrâyinlerdeki havaî fişekler gibi çevrelerine ışıklar yağdıracak.. ve hep sevgi düşünecek, sevgi konuşacak, sevgiye âşina gönüller arayacaklardır.

İnsan, sevginin o sehl-i mümteni” büyülü yoluna bir kere giriverse, başkaları için aşılmaz görülen gayzın, nefretin en sarp tepelerini aşar.. önünü kesen kandan-irinden deryaları geçer.. Cennet yamaçları gibi bahar iklimlerinde dolaşır, sevgi tüten ruhlarla kucaklaşır.. ömrünü hep kuş yuvaları gibi sımsıcak, anne sineleri gibi emniyetli bir atmosferde geçirir.. ve insan olmanın bütün avantajlarını yaşar.

İnsanların intikam ve düşmanlığa yenik düştüğü, yığınların boğuşma ve kavgaya sürüklendiği, hakkın, kuvvet karşısında susturulduğu ve kuvveti elinde bulunduranların, kendileri gibi düşünmeyenlere Tiran’lar gibi davrandığı, zalimlerin, gaddarların alkışlandığı, iltifat gördüğü, mazlumların, mağdurların itilip kakıldığı, itilip kakılırken de sarsık ama ümitli bir bekleyiş içinde bulunduğu günümüzde her şeyden evvel ve her şeyden sonra bir kere daha “sevgi diyoruz. Diyor ve sevginin hayatımızın ritmini değiştireceğine; bizi alelâdeliklerden fevkalâdeliklere, basitlikler içinde bocalayıp durmaktan seviyeler üstü seviyeye yükselteceğine inanıyor ve ilk çocukluk dünyamızda duyup-yaşadığımız o dupduru hülyaları bir kere daha yakalayacağımız ümidini besliyoruz.

Biz, duygu ve düşünce ufkumuzu sevgi, saygı ve anlayışla donatabildiğimiz ölçüde, zannediyorum, çevremiz de farklılaşacak.. eşya ve hâdiselerin rengi değişecek.. gerçek insanî değerler ortaya çıkacak.. “eşref-i mahlûkât olmakla elde edilmiş bulunan onca avantaj zebil olup gitmekten kurtulacak.. tarihe mâl olmuş bütün dinî ve millî güzelliklerimiz dirilip geriye dönecek; hatta gelip bir kere daha bizim olacak.. ve dün yaşadığımız hayatı bugünkü ömrümüzle yeni baştan bir kere daha yaşayacak; zaman üstü en engin lezzet ve hazların hepsini birden duyacağız…

Keşke, iman ve iman içindeki o derin sevgiye ilkler gibi biz de uyanabilseydik.

 

[1]      Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller).

 

Bu yazıyı paylaş