Evde mi Yaşıyoruz, Yuvada mı?

“Allah evlerinizi sizin için bir huzur ocağı yaptı” (Nahl, 16/80).

 

Yeryüzü bütün mahlûkatın müşterek evi olarak yaratılmıştır aslında. Canlıların ihtiyaçlarının tamamı orada mevcuttur. Ancak hiçbiri, herkesle paylaştıkları devasa bir evi yeterli görmez. Herkesin gözü önünde yatıp kalkmak, yiyip içmek, tehlikelere açık yerlerde hayat sürmek istemezler. Bu yüzden kendilerine korunaklı, mahrem bir alan ararlar.

Bu maksatla bülbül yuva örer, örümcek ağ gerer; sincap kovuğa kaçar, köstebek yeri kazar; arı peteğe yapışır, karınca hafriyat taşır; yılan delikte durur, aslan in bulur. Hemen her canlı kendine böyle bir mesken arar veya bizzat yapar.

Hâl böyleyken arza halife kılınan insan bu durumdan müstağni kalabilir miydi? Cenneti yitirdiğinden beri o da başını sokabileceği bir yer arama ihtiyacı hissetmiştir. Belki de insanın ve her şeyin Sahibi, mâlikiyetteki nisbî tasarrufunu tecrübe etmesi, böylece Malikü’l-Mülk’ün mülkünde dilediği gibi tasarruf etmesini idrak etmesi için bu ihtiyacı ona hissettiriyor ve evinin peşinde koşturuyordur beşeri.

Ağaçtan kerpice, taştan çeliğe, camdan kıl çadıra kadar birçok malzemeyle kendisine mesken inşa etmiştir âdemoğlu. Kulübe, çardak, çadır, dam, gecekondu, apartman, villa, yalı, konak, köşk… Büyük veya küçük, şatafatlı veya mütevazı olsun, biz bu yapılara “ev” diyoruz. Ev; sahibini umumî sahanın tehlikelerinden hususî sahanın emniyetine, ülfet ve ünsiyet zeminine, huzur iklimine çağırır. İlahî beyanda, “Allah evlerinizi sizin için bir huzur ocağı yaptı” (Nahl; 16 / 80) diye nimetler arasında sayılarak alacağı pâyeyi almış mekânlardır oralar.

Yapılan, inşa edilen, insanın başını sokacağı her yere ev diyebiliriz; türü, şekli, malzemesi ne olursa olsun. Ev; yaşadığımız yerin, mekânımızın adıdır bizim. Hatta bir yapıya ev dememiz için içinde birilerinin yaşayıp yaşamadığı da mühim değildir. Yeter ki dört yanı çevrili ve üstü kapalı olsun.

Bu “huzur ocağı”nda tutuşturulan saadet çırağı için çok latif, nezih, nuranî, sımsıcak bir kelime bulmuşuz: “yuva”. Evde mesut bir aile hayat sürüyorsa, çocuklar odadan odaya cıvıldaşarak koşuşturuyorlarsa, büyüklük küçüklük biliniyorsa, fertler hürmet ve şefkat yörüngeli yaşıyorlarsa, biz oraya bütün anlam zenginliğiyle “yuva” diyoruz. Aksine; hır gürlerin eksik olmadığı, fertlerin birbirine itimat etmediği, sakinlerine hakkın ve sabrın tavsiye edilmediği evler; bünyesinde ne kadar insanlar bulunsa da boyası cilası yerinde olsa da mutfağı mobilyası noksansız olsa da yuva olmaktan fersah fersah uzaktır. Onlar için dense dense, “Dışı süs, içi pis, sûreti me’nûs, sîreti ma’kûs” denilebilir.

Zayıf bir teşbihle ev beden gibiyse, yuva onda ikamet eden ruh gibidir. Farklı bir söyleyişle, her yuva evdir ancak her ev yuva değildir. Ev maddî olana, yuva ise manevî olana aittir daha çok.

Yuva, gonca gonca kabaran tebessümdür, deste deste derilen irfandır, marifettir. Burcu burcu tüten vefadır, sadakattir. Nesillere ruh üflenen, ab-ı hayat çeşmesi gösterilen mukaddes bir ocaktır orası. Talim ve terbiyenin hayat boyu sürdüğü yegâne müessesedir yuva. Oranın dersleri deftere yazılmaz, şuuraltına kazınır ve istenilse de unutulamaz. Yuvada dedeler nineler ihmale uğramaz, akraba-i taallukattan ayak kesilmez, konu komşuyla alâka canlı kalır. “Yuva, yerinde bir mâbed, yerinde bir mektep gibi vazife görür ve topyekûn bir millete diriliş üfleyen bir ‘Beytullah’ hizmeti verir.”

Yuva, bir mekâna ad olmaktan çok öte anlamları ihtiva eder. Onun için çiftler her ne kadar ‘ev’lenseler de kurdukları şey “yuva”dır. ‘Ev’lenmeyi bekleyen bekârların ideali, hayali yuva kurmak üzerinedir. “Allah yuvanızı bozmasın. Allah yuvanızı daim eylesin” duaları; geline yapılan “Yuvayı yapan dişi kuştur” tembihleri, yuva yıkanlara edilen beddualar hep aynı istikameti gösterir: Bir evde huzur olursa orası yuvaya dönüşür.

Allah korusun, nikâh bağı koparsa bu sefer yıkılan, dağılan, parçalanan ev değil yuva olur. Ev orada yerli yerinde durmaktadır aslında. İçindeki hayata, yani yuvaya olmuştur olanlar. Yuva yıkmaya denk büyük vebal de aransa zor bulunur. Yuvasız kalmaksa en feci bir hüsrandır! Yuvasız kuşlar, böcekler bile ne kadar rikkatimize dokunur. Ya bir yavruysa, bir anne, bir baba, bir kardeş dahası topyekûn bir aileyse yuvasız kalan? Ehl-i insaf nazarında buna sebep olanın iflah olması kabil midir?

Evet, dört duvar arasını ev olmakla bırakmayıp ‘yuva’lığa terfi ettirebilenler, her şeye rağmen yuvasını koruma cehdini gösterenler yer ve gök ehlince ne kadar tebcil edilseler sezadır. Onlar, zahirde bir mahbeste yaşıyor gibi görünseler de uçsuz bucaksız verimli bağlarda, çiçekli çimenli bahçelerde, inciden mercandan saraylarda, zümrütten yakuttan köşklerde yaşıyorlardır aslında. Zira hakiki bir yuva cennet köşelerinden farksızdır.

 

 

 

 

Bu yazıyı paylaş