Barabbas ve Hakikati Göz Ardı Edenler

İbn-i Haldun, “Halkın dini, hükümdarın dinidir.” derken sosyolojik ve psikolojik bir hakikati yüzyıllar önce dile getirmiştir. Devlet, kurulduğu topraklarda millete hizmet eden bir aparattır. Kuruluş ve varoluş amacının ötesinde kutsandığı zaman, bu aparatı kullananlar ve onların beslemeleri birer canavara dönüşür. Hele bu toplumda, dinî değerler suiistimal ediliyorsa ve din adamları halkın vicdanını susturmaya çalışıyorsa, her eleştiri hainlik olarak algılanır ve muhalif düşünce sahipleri devleti yıkmaya çalışan birer düşman olarak görülmeye başlanır.

Bu noktaya gelmiş topluluklarda hakikati duyacak kulaklara kurşun dökülmüş, gözlere mil çekilmiş ve akıllar mankurtlaşmıştır.

İslam kaynaklarında geçmeyen, ancak Hristiyan dünyanın muteber kabul ettiği dört İncil’den biri olan Luka’da anlatılan, Hz. İsa’nın (aleyhisselâm) yargılama ve infaz süreci, bu konuda önemli bir misaldir.

Bir mucize olarak, babasız dünyaya getirilen Hz. İsa’nın çilesi annesinin karnında başlamıştı. Devletten beslenen ve karşılığında halkı hipnoz eden din otoriteleri, Hz. İsa’nın kim olduğunu çok iyi biliyorlardı, zira yüzyıllardır bekledikleri kurtarıcı Mesih, Hz. İsa’nın ta kendisiydi. Ancak Hz. İsa’nın getirdiği hakikatlerin, onların “kutsal” üzerinden kurdukları menfaat şebekesini yerle bir edeceğini sezdiklerinden, O’nu daha bebekliğinde ortadan kaldırmaya teşebbüs etmişlerdi. Hz. Meryem, oğlu ile beraber bu zulüm ortamından önce Mısır’a, sonra Nasıra kasabasına hicret etmişti.

Hz. İsa, İsrailoğullarına gönderilmiş bir peygamberdi. Kur’ân-ı Kerim’in nurlu beyanları içerisinde O, “Allah tarafından gelen bir ruhtur.” (Nisa, 4/171).

Hz. İsa (aleyhisselâm) bir ruh gibi gelerek ruhu müjdeledi, ruhlara soluk getirdi. Dünya servet ve kuvvetinin peşinde hırsla koşmaları sebebiyle ruhu unutmuş ve neticede Mezopotamyalı, Yunan ve Romalı müşrik güçlerin esiri olarak ruhları zillete düşmüş muhataplarına, ruhun kuvvetini gösterip onları ayağa kaldırmak, dünya ve âhiret saadetine sevk etmek istedi.

Doğumundan itibaren ruhun esas olduğu dersini veren bu canlı ayet, konuşan bir delildi. Ona verilen mucizelerin birçoğu ruhla ilgiliydi. Allah (celle celâluhu), havarileri için gökten sofra indirmişti (Maide, 5/114). Allah’ın izni ve inayetiyle, yaptığı çamurdan suretlere Mesih soluğu ile üflemiş ve onlar kuş olup uçmuş, körleri ve ala tenleri ruhanî tedavi ile iyileştirmiş, ölüleri diriltmişti. (Âl-i İmrân, 3/49).[1]

Hz. İsa (aleyhisselâm) ruhu temsil ediyordu. Bedeninin esiri olmuş, her şeyi maddede arayan, kalbini midesine yem etmiş, ruhlarını beden kafesine hapsetmiş bir topluluk için Hz. İsa bir tehdit unsuruydu!

Özellikle Sadukiler[2] fırkası Hz. İsa’ya çok zulmetmiş ve tuzaklar kurmuşlardı. Din adamlarındaki mal edinme hırsı çok fazla idi. Üstelik kazançlarını, emeklerinin karşılığı olarak değil, halkın dinî duygularını istismar ederek, fakir halkın sundukları adaklar, kurbanlar, yardımlardan temin ediyorlardı. Rüşvet ve faiz gibi haksız yollarla halkın malını yiyorlardı.[3]

Hz. İsa’nın şu sözü onları bütün bütün çileden çıkarıyordu: “Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm.” (Âl-i İmrân, 3/49). O, Allah’ın bildirmesiyle ve nebi ferasetiyle, halkı sömüren insanların hayat tarzını, biriktirdikleri serveti, halkın fakirliğine rağmen yaptıkları israflarını biliyor ve bunu yüzlerine söylüyordu.

Kurdukları menfaat şebekesini yıkacak olan Hz. İsa’yı nasıl yok edeceklerdi? İşte bu noktada kadim bir iftira imdatlarına yetişti ve Hz. İsa’yı “halkı isyana teşvik etmekle” suçladılar. Bu atf-ı cürüm, iktidarı elinde tutan ve onu kaybetmekten korkanlar için son derece kullanışlıydı, zira böylece halkı da din adamları sayesinde arkalarına alacaklar ve kendilerine göre bu beladan (!) kurtulacaklardı.

Hz. İsa’ya (aleyhisselâm) atfedilen suç “halkı isyana teşvik ve devlete isyan” idi. Mahkemeye o dönem (M.S. 26–36) Roma İmparatorluğu Yahudiye eyalet valisi Pontius Pilatus başkanlık etti. Sanhedrin adı verilen kurum, 71 üyeli bir mahkeme idi ve din adamlarının ciddi ağırlığı söz konusuydu.

Eşi Procula, Pilatus’u, “O doğru adama dokunma. Dün gece rüyamda O’nun yüzünden çok sıkıntı çektim.” (Matta, 27:19) diye uyardı.[4] Kocası bu uyarısına aldırmadı, ancak kendisi yargılamadan çekilerek din adamlarına, “Ben İsa’nın kanını almam! Siz ne yaparsanız yapın!” diyerek Hz. İsa’yı zalimlerin eline teslim etti.

Mahkeme Hz. İsa’yı (aleyhisselâm) idama mahkûm etti. Hz. İsa’nın suçsuz olduğuna inanan Pilatus’un önüne bir fırsat daha çıkmıştı. Kudüs’te Fısıh Bayramı’nda uygulanan bir gelenek gereğince, Yahudiye valisi, idamlık bir mahkûmun cezasını halkın seçimi doğrultusunda affedebilirdi. Halkın karşısına Hz. İsa ile birçok suçtan idama mahkûm edilmiş Barabbas’ı çıkardı ve halktan tercih yapmasını istedi.

Bir tarafta azılı bir katil; işlediği suçlar neticesinde çarmıha gerilip idam edilmesine hükmedilmiş bir cani. Diğer tarafta kendilerine hak ve hakikati anlatmak için gelmiş Hz. İsa (aleyhisselâm)… Maalesef halk, din adamlarının (!) propagandasıyla Barabbas’ın affedilmesini istemiş ve Hz. İsa (aleyhisselâm) için: “Çarmıha ger, çarmıha ger!” diye bağırmışlardı.

Hz. İsa’nın haça gerildiği iddia edilse de “Onlar İsa’yı öldüremediler, asamadılar da. Öldürülen başkası idi, lâkin kendilerine ona benzer gösterildi.” (Nisa, 4/158).

Hikmetten ve istikametten uzak kaldıkları için iğfal edilmeye açık bir toplum, bir Nebi’nin idamına onay vermiş, onları maddenin dar kalıplarından kurtarıp kalbin ve ruhun hayat derecesine yükseltmek için gelen Ruhullah’a (aleyhisselâm) azılı bir suçluyu tercih etmişlerdi.

Yüzyıllar sonra tarih tekerrür edecek, halk bu sefer Mekke’ye ilk putu getirip putperestliğin temelini atan Amr ibn-i Lühay’a itiraz etmeyecekti. O tarihten itibaren halk Hz. İbrâhim’in (aleyhisselâm) tebliğ ettiği Hanîf dinini bırakarak putperestliği ve şirki benimsediği için bu hadise, Arapların İslâmiyet’ten önceki tarihlerinde bir dönüm noktası sayılır.[5]

Halkın Amr’a itiraz etmemesinin sebebi ekonomik kaygılardı. Amr, Mekke’yi besler, deve eti ve elbise dağıtırdı. Amr ilk putu getirdiğinde halk tereddütsüz tapmış ve “Eğer tapmazsak aç kalırız.” demişlerdi.

Çağa mührünü vuran Bediüzzaman’ın enfes tespiti ile yazımızı noktalayalım: “Görüyorum ki şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki dünyayı bir misafirhane-i askerî telâkki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telâkki ile en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına, daimî bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir. Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Bâkî umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.”[6]

 

 

Dipnotlar

[1] Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, İstanbul: Nil Yayınları, 2005, s. 12.

[2] O bölgedeki en etkin Yahudi grubu.

[3] Nisa, 4/161.

[4] Bu sebepten Procula, Ortodokslarda azize kabul edilir.

[5] TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 3, s. 87–88.

[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 31.

Bu yazıyı paylaş