Her insan doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve ölüyor. Kimileri daha hayatın baharında kimileri de küçük bir çocukken…
İnsanlar olarak asıl sorunumuz büyümek değil, o zaten bize rağmen gerçekleşiyor. Asıl sorun büyürken unuttuklarımız. Neyi mi unuttuk? Sevgiyi, saygıyı, merhameti, vefayı, sadakati… Kısacası bizleri insanlığa götüren yolları unuttuk.
Eskiden sevdiklerimiz vardı, annelerimiz gibi… Bir ömür saçını süpürge yapan, yaşamayı unutmuş, sadece yaşatmaya adanmışlardı. Yemez yedirirler, giymez giydirirlerdi. Düşene el, yürüyene ayak ve konuşamayana dil olurlardı.
Bizi biz yapan, güzelleştiren değerler; mallarımız, mülklerimiz, makamlarımız, mansıplarımız değil, merhametimiz, aşkımız ve pınarlar gibi çağlayan sevgimizdi. Tatlı dilliydik, güler yüzlüydük ve her şeyden önemlisi tertemiz vicdanlara sahiptik. Vurana elsiz, sövene dilsiz, kalbimizi kırarlarsa “gönülsüz gerek” derdik, Yunus gibi.
Yaşadıklarımızla yavaş yavaş öğreniyoruz hayatı. Yıllardır çok zaman dile getiremediğimiz, söylesek de duyuramadığımız en ağır yükler var kalbimizde.
Oysa hiç kimseyi hor görmemiştik. Yaradan’dan ötürü sevmiş ve seviyorduk herkesi, bir ayrıma tâbi tutmadan. Biliyorduk ki temiz bir kaynaktan çıkmıştı özümüz, ara sıra kirlense bile sonunda yine temiz bir kaynağa dökülme ihtimali vardı.
Bugün kafalar, kalpler kirlenmiş. Bu yüzden söylenen sözler de ifade edilen duygular da kaba ve kırıcı oluyor. Birleştirmek yerine ayrıştırıyor; sevdirme yerine nefret ettiriyor, güldürme yerine ağlatıyor çoğu zaman insan.
Bozulmuş kafalar, fersudeleşmiş kalpler Kur’ân pınarında yıkanacağı ana kadar da tekrarlanıp duracak dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde.
Kimi zaman eğilmiştik tevazuyla yerlere kadar, basamak yapıp geçsinler, kimi zaman da bir âbide gibi dimdik olmuştuk; mazlumlar, mağdurlar sığınıp emniyet ve huzura ersinler diye.
Dünya denilen kafeste ve bir nefeslik hayatta bâki bir hayatı kazanalım diye gece gündüz, çatlayıncaya kadar koşturanları duyduk, gördük ve tanıdık. Bir hevesin kurbanı olmayalım, diye âdeta pervane oldular etrafımızda. Yandılar yanmayalım, ağladılar biz gülelim, diye.
Hayatın, yapıp ettiklerimizin bize döneceği hizmet yurdu olduğunu yaşayarak gösterdiler tertemiz hayatlarıyla. Dağlardan bize yankılananın kendi sesimiz ve soluğumuzdan başkası olmadığını tekrarlayıp durdular.
İnsanlığa giden yolun sevgiden, merhametten ve karşılıksız hizmet etmekten geçtiğini, öldükten sonra hayırla yâd edilenlerin “hoş seda” bırakanlar olduğunu duyduk ve dinledik tatlı dilli, güler yüzlü Muhammedî ruhlardan.
Oldukları gibi yaşayan, yaşadıkları gibi olan insanlar şu gök kubbenin altında yaşamaya devam ediyorlar. Bunlar yeryüzünün en mutlu, en bahtiyar insanları.
Eskiden insanlar yaşlanmazdı. Çünkü bir gayeleri, bir idealleri vardı. Soluk soluğa durup dinlenmeden onu kovalayıp dururlardı. Yediden yetmişine fütüvvet eriydiler. Bir gün Azrail ile karşılaştıklarında da tebessüm ederek artık emaneti alabilirsin, derlerdi. Üveykler gibi sevgililerin, dostların diyarına kanat çırparlardı.
Eskiden köylerimizde, kentlerimizde “aspirin” gibi insanlar yaşardı. Her derde derman, her yaraya merhem olurlardı. Serapa ümittiler, aşktılar ve her mevsim meyve veren gencecik ağaçtılar. Sabırla tevekkülle kanatlıydılar. Hayatımızın neşesi, aşımızın tuzu biberiydiler. Sineleri ummanlar gibiydi. Yetmiş iki milleti gönüllerine sığdıracak kadar… Kusur arayan değil kusur örtenlerdi onlar. Vuran, kıran, döken değil yaraları sarandı onlar. Kimseyi ötekileştirmeden koca dünyayı el ele gönül gönle tutuşturma derdindeydiler.
Eskiden komşular ve komşuluklar vardı, birbirine bir ömür kapısını penceresini kapatmayan, misafirsiz sofraya bağdaş kurmayan; şimdi birbirine kin ve nefret duyan, düşmanlık yapanlara inat.
İçini boşaltmadığımız neyimiz kaldı Allah (celle celâluhu) aşkına, gelecek nesillere aktaracağımız.
Ne olur, gelin eskimeye pörsümeye yüz tutmuş aşkımızı, umudumuzu ve sevgimizi yeniden canlandıralım! Ölmeye yüz tutmuş insanlığımızı ayağa kaldıralım. Elden ele, gönülden gönle yaşatalım ta kıyamete kadar.
Ne olur, hangi sebepten olursa olsun birbirimizi üzmeyelim, kırmayalım, kınamayalım ve ötekileştirmeyelim. Çünkü her şeyin başkalaştığı, içinin boşaltıldığı şu yaşlı dünyada “birbirimizden” çok kalmadı.
Güzel insanların sayısını artırmaya vesile olma yolculuğu için kendimize gelmek ve ciddi bir gayret göstermek zorundayız…